Emin Göncüoğlu

Dar Sokakta Ayak Sesleri


Скачать книгу

kullandığım araç gereçleri masanın üstüne çıkarmadan önce, alt çekmeceden aldığım bezle masamın ve telefonun üstünü sanki çok tozlanmış gibi iyice siliyorum. Aslında çok rahatlatıcı, hatta insanın gerilmiş olan kaslarını gevşeten, eğlenceli bir iş olduğu için hoşlanıyorum bunu yapmaktan.

      Bu yaz uzaklara, hem de çok uzaklara gitmeli… Göbekli masa komşum, yüzünde o kaybolmayan gülümsemeyle, bana hâlinden hoşnut bir bakış fırlattıktan sonra geçip masasına kuruldu. Böyle insanlardaki iyimserliğe gıpta ediyorum inanın. Ben de ona gülümsüyorum.

      İnsanın uzaklara gitme duygusu, içinde yaşadığı hayatın sıkıcılığını, tekdüzeliğini azaltıyor. Hayallerimiz olmasaydı yaşadığımız gerçek çok çekilmez olurdu bence. Gerçeği katlanılır hâle getiren, ona hayallerimizde fazladan yüklediğimiz anlamlardı. Bazen hiç yaşamadığım, belki de hiçbir zaman yaşayamayacağım düşüncelere dalar, aklımda oluşturduğum görüntülerin içinde oynamanın büyüsüne kapılırım. Bazen beyaz kumsallı, beyaz köpüklü bir sahilde gezerken aniden gürül gürül akan bir çağlayanın yanına ışınlanır, bazen de benden başka hiç kimsenin bilemeyeceği hep kendime sakladığım mahrem hikâyelerin peşinde sürüklenirken vücudumda oluşan hazzın yarattığı etkinin tadını çıkarır eğlenceli saniyeler geçirirdim. Fakat şimdi hayal kuracak zaman değil…

      Bilgisayarım artık açık ve birazdan başlayacak savaşa hazır gibi dingin duruyor; ama ben henüz hazır değilim. Koltuğumda dik oturmaya çalışıyorum, belimdeki hafif ağrı geçsin diye.

      Sağ tarafımda oturan eski personel müdürünün sarışın karısı, kısa saçlarını, çalışırken yüzüne dökülmesin diye her iki kulağının arkasına sıkıştırmış. Saçlarını kulağının arkasına alma hareketini gün içinde belki yüzlerce kez yapacak. Bazen saçı yüzüne dökülmese de sanki dökülmüş gibi eliyle kulağının arkasında toplarmış gibi yapıyor. Buna nasıl sinir oluyorum bilemezsiniz. Bir kere tik olmuş kadında.

      Biliyor musunuz, annemle babam siyasal bilgileri okumamı ve kaymakam, olabilirsem ileride de vali olmamı çok istediler ve bunu hayal ettiler. Bunun için üniversiteye kadar gitmediğim kurs kalmadı. Ama ben ancak iktisadı kazanarak onların hayallerine koca bir tekme vurmuş oldum.

      Bütün memurlar kendilerinden makamca büyük olanlara hep kıskanarak bakmazlar mı? Bu, onlar tarafından hor görülüp küçümsenmelerinden kaynaklanıyor büyük ölçüde. Ayrıca etraftan saygı görmenin çekiciliğini de gözden uzak tutmamak lazım. Onların bu isteğine cevap vermediğim için kendimi uzun süre suçlu hissedip içime kapandığımı hiç unutmuyorum. Ama artık hem ben hem onlar kabullenip alıştık sanırım durumuma. Ne yapabilirim ki ancak bu kadarını becerebildim! Daha kötü durumda olanlar da var. Benim yine iyi kötü bir işim var. Bu az şey mi?

      Meral Hanım’ın derdi ağır demek ki bugün sesi soluğu pek çıkmadı. Telefonda konuşurken bir iki kez sesini yükseltti o kadar… Öğlene doğru iyice yorulup pörsüdüm. Kuru bir simitten başka bir şey yememiştim. Midem ses çıkarmaya başladı bile.

      Solumda oturan göbekli masa komşumun birlikte gidip pilav üstü döner yeme teklifini bir mazeret uydurarak hemen reddettim. Çekemem şimdi bu yorgunluğun üstüne onu. Önemli evraklarımı masamın çekmecesine kilitleyip dışarı çıktım. İçeride sanki havasız kalmışım gibi bir duygu içindeydim.

      Mısır Çarşısı’nın Sirkeci yönüne bakan tarafına paralel bir sokağın içindeki iş hanının bodrum katında bulunan ve özellikle İnegöl köfte ve piyaz yemek için ara sıra gittiğim esnaf lokantasına yöneldim.

      Mahmut Paşa yönüne doğru kumaş taşıyan hamalların işi oldukça zor olmalıydı. Yemeğimi yedikten sonra bir süre Tahtakale’de elektronik eşya ve Uzak Doğu’dan -çoğu Çin’den- getirilen oyuncaklara bakarak oyalandıktan sonra şirkete geri döndüm.

      Meral Hanım’ın yüzünün neden asık ve gergin olduğu öğlen molasında ancak anlaşılabilmiş ve mesai başlayınca en azından bizim katta bunu duymayan kalmamıştı. Meral Hanım şirketin en eskilerinden, sert, özellikle çalışanlarla arasına mesafe koyan, onlarla samimi olmayan, patronun çok güvendiği kısım şefimizdi. Dün akşam yemeğinden sonra, Cağaloğlu’da kırtasiye malzemeleri satan büyük bir toptancının satın alma müdürlüğünü yapan kocası Nuri Bey kalp krizi geçirmiş, suskunluğu ondanmış. (Ben Meral Hanım’a pek sokulmam önemli bir işim olmazsa.) Sol tarafımda oturan masa arkadaşım Yusuf Bey duymuş çalışanlardan. Durumu şimdi iyiymiş. Vakıflar Bankasında veznedar olan kayınbiraderi başındaymış. Meral Hanım öğleden sonra izin alıp gitti. O gidince bizim bölümde bir rahatlık, bir gevşeme oldu ki sormayın.

      Geçmiş olsun deme fırsatım olmadı, akşam ben de uğrayıp bir şişe kolonya götüreyim bari. Taksim İlkyardım Hastanesindeymiş, yolumun üstü sayılır.

      Yaz mevsimi bastırınca günler de iyice uzamaya başladı. Eminönü’deki büfelerden birinden küçük bir şişe kolonya alıp paket yaptırdım. Belediye, sandallarda kızgın yağda balık pişirip satan balıkçıları kaldırınca ekmek arası balık işini etraftaki büfeler kapıvermiş.

      Etraf mahşer gibi insan kaynıyor. Dolmuş ve otobüs duraklarındaki uzun kuyruklar içimi sıkıyor. Her akşam bu eziyet çekilmez ki… Boğazdan esintilerle gelen deniz kokusunu çekerek yeni Galata Köprüsü’nden yürüyerek geçip Karaköy’e geliyorum. Eski köprü bir inip bir kalktığı için daha eğlenceliydi. Tünel yoluyla Galatasaray’a, oradan İstiklal Caddesi’ne ve Sıraselviler’den İlkyardım Hastanesine ulaşıyorum.

      Meral Hanım beni karşısında görünce bütün ciddiyetine, bütün soğukkanlılığına rağmen sanki biraz şaşırdı. Aramızda hafif bir tebessümden öte fazla bir yakınlık oluşmamasına özellikle dikkat etti. Çalışanlardan başka gelenler de olmuş, gelmeyenlerse telefon açmış. En azından bundan memnun olduğunu gizlemiyordu. Meral Hanım’ın kız kardeşi ile eşi odaya girince ben izin isteyip ayrıldım yanlarından. Hastanenin havası canımı sıkmıştı, biraz oyalanmak için İstiklal Caddesi’nde dolaşarak vitrinleri seyrettim. Yorulunca Galatasaray Lisesinin önünden geri döndüm. Çiçek Pasajı’nın karşısına gelip geçmiş insanların acılarına ve sevinçlerine tanıklık etmiş tarihî binaya bakarak düşüncelere daldım. Eskiden bu binanın olduğu yerde meşhur Naum Tiyatrosu varmış. Abdulhamit Han Hazretleri, Abdülaziz Han Hazretleri ve sarayın kudretli paşaları oyun seyretmeye gelirlermiş buraya. Trajik Beyoğlu yangınında çoğu yer gibi burası da kül olunca 1876 yılında arsasını Rum Banker Hristaki Zografos Efendi satın almış. Yeni bir tasarımla, altında yirmi dört adet dükkân ve üstünde on sekiz lüks daire olan bu binayı inşa ettirmiş. Alttaki çarşıya Hristaki Pasajı, binaya da Cite de Pera adını vermiş. Pasajda önceleri Acemyan’ın Tütüncüsü, Schumacher’in Fırını, Keserciyan’ın Terzihanesi, Pandelis’in Çiçekçisi, Japon Mağazası gibi iş yerleri varken sonraları, Ekim 1917 Bolşevik ihtilalinden kaçan beyaz Rus kadınları, baronesler, düşesler çiçek satmaya başlamışlar burada. Üst kattaki evlerin sahiplerinin başka semtlere gitmesiyle bina tamamen çiçek mezat yerine dönüşmüş. İkinci Dünya Harbi’nden sonra meyhanelerin buraya taşınmasıyla çiçekçiler bir bir ayrılmaya başlamışlar. Onlar gitseler bile Çiçek Pasajı adı günümüze kadar yaşamaya devam etmiş.

      Kalabalığın arasında ilerleyerek Taksim’e doğru yürüdüm. Taksim Meydanı’nı geçip Divan Otelinin önünden Radyoevi’ne, oradan da Osmanbey’e çıkacaktım. İş yerlerinin tabelalarındaki isimlerin yabancı oluşu, kendimize güvenmeyişimizin, küçük görüşümüzün işaretiydi sanırım; bu konuyu düşünerek yürüyordum.

      Divan Oteli karşımda, Taksim Parkı sağımdaydı. Kırmızı ışıkta bekleyen araçların