da dostunun yanına!” diye parladım.
Leyla ne yapacağını bilemez durumda:
“Babama iç çamaşır götürmek için geldim eve; yoktu. Görmedim onu.” derken titriyordu.
Hah şöyle titreyin karşımda, sizin anlayacağınız dili iyi bilirim. Odalara, evin her tarafına baktım tek tek Nagihan evde mi diye ama yoktu. Sinirlenmiş, yorulmuştum. Oturma odasına gidip bir sigara yaktım ki telefon çaldı, irkildim. Çok gergindim. Tekrar çalınca ahizeyi kaldırıp dinledim. Telaşlı, tanımadığım bir kadın sesi hızlı hızlı bir şeyler söylüyordu. Heyecandan önce bir şey anlamadım. Sonra Nagihan’ın küçüğü Leyla “Siz kimsiniz?” deyince paralelden dinlediğimi fark ettim. Telefondaki kadın, amcamın Urfa’ya ilk taşındıklarındaki komşuları ve Nagihan’ın çocukluk arkadaşı Zeynep’in annesi olduğunu, Nagihan’ın dün evlerine geldiğini, durmadan ağladığını, hatta bir ara bayıldığını söyledi. Vay kahpe vay! Nasıl da etrafı kandırmak için numara yapıyor görüyor musun?
Neyse, kadına kulak versem daha iyi olacak… “Bir derdi var bu çocuğun.” diyor kadın. Gece boyunca hiç uyumadığını, yorgun düştüğü için şimdi uyuduğunu ve bu fırsattan yararlanıp aradığını, kocasının şeker hastası olduğunu, yüksek tansiyonu bulunduğunu söyleyerek kibarca “Gelip götürün çocuğunuzu.” demeye getiriyordu. Telefondaki kadın “Annene selam söyle.” diyor ve unutmuş olabileceklerini düşünmese de işini sağlama alıp evinin yerini hatırlatıyor. Aman Allah’ım! Benim de tam duymak istediğim bu işte. Çabuk hareket etmem lazım! Sokak kapısını hızla açıp kendimi dışarı atıyorum.
Arka cebimdeki sustalı bıçağı çıkarıp kontrol ediyorum çalışıyor mu diye. Maşallah saat gibi. Merdivenleri ikişerli, üçerli iniyorum. Aldım canını Nagihan! Benimle oyun oynanmayacağını bilmen lazımdı. Söylemiştim sana. Şaka yaptığımı zannettin herhâlde. Böyle nazik konularda şaka yapmam ben. Babamı öldüren itin oğlunu Nusaybin’in orta yerinde nasıl kurşunladım çok iyi bilirsin. Diğerleri de hep son anda kurtuldular kurşunlarımdan ama sen sustalımdan kurtulamayacaksın. Sana kurşun sıkmaya değmez. Kurşunla vurarak seni yüceltmeyeceğim. Uyuz bir sokak köpeği gibi boğazlanmaya değersin sen! Bekle beni Nagihan birazdan yanındayım.
Ana caddeye ulaşıp onun sığındığı eve doğru hızla ilerlerken dizlerimin titrediğini fark ediyorum. Sıcaktandır deyip kendime cesaret veriyorum. Oysa anam “Gel oğlum vazgeç bu sevdadan, bak gurbet ellerdeyiz, hem sana hem ona yazık olacak!” dediyse de dinletemedi. “Olsun. İkimize de yazık olsun! İnat ettim bunu yanına koymayacağım, hem inat da bir murattır.” dedim. Üstelik benimkinin sevdadan olduğunu kim söylüyor, gururdan zavallı anam gururdan! Erkeklik gururum incindi bir defa, geri dönmem artık; dünya yıkılsa bile!
Yolda hızlı hızlı ilerlerken karşılaştığım birkaç tanıdıkla sertçe selamlaştım. Ama biri beni adam yerine koyup yüzüme bile bakmadı. Ona da göstereceğim bir gün. Hele şu işi bitireyim bir gün bütün dünya görecek Nezir’in kim olduğunu!
Kalabalık yolları geçip eski şehrin dar sokağından içeri girdiğimde göğsümdeki çarpıntının arttığını hissedince kendime kızdım. Üstelik dizlerimdeki titreme de fazlalaşmıştı. Dar yollar ıssızdı. Bu, işimi rahat görmem için iyiydi.
Yüksek avlu duvarları olan, eski evlerin kapı numaralarına bakarak ilerliyordum. Yüz otuz üç numaralı eve henüz rastlamadım ama kapı numaraları giderek artıyordu.
Ayak tıkırtılarımı dinleyerek yürüyordum. Aha işte aradığım ev! Göğsümde bir sıkışma oldu sanki. Kapının tokmağı olmasına rağmen öfkeyle yumrukladım. Beklerken arka cebimdeki sustalıyı tekrar kontrol ettim. Açılmayınca tekrar öfkeyle vurdum kapıya.
“Ee, e, e…” diyen bir kadın sesi duydum.
Bir iki dakika sonra kapının öte tarafında anahtarın kilidin içinde şakırtılı dönüşünün çıkarttığı sesi dinledim. Elli elli beş yaşlarında kısa boylu, zayıf, soluk çehreli bir kadın açtı kapıyı. Şaşkın ve ürkek bir ifade ile yüzüme bakıyordu.
“Buyur oğlum!” dedi tedirgince kendini kapının gerisinde gizlemeye çalışarak.
“Ben Nagihan’ın kardeşiyim. Babam hastanede yatıyor, buradaymış onu almaya geldim.” dedim.
“Kardeşi trafik kazasında öldü ama!” dedi.
Kadın boş bulunup bu sözleri söyledikten sonra yüzü korkudan bembeyaz oldu.
“Beni delirtme kadın Nagihan’ı almaya geldim!” dedim köpürerek.
“Az önce çıktı oğlum. Kız kardeşi aradı ne konuştular bilmiyorum. Çok telaşlıydı ama… İki gözüm önüme aksın ki doğru söylüyorum!” dedi.
Öfkeden kuduracak gibiydim. Kapıya bir tekme savurup ara sokaklara daldım. Ters yönde gitmiş olmalı yoksa karşıma çıkardı. O kadar da çabuk gelmeye çalıştım oysa… Ama fazla uzaklaşmış olamaz. Yakalarım şimdi kahpeyi. Bu defa elimden kurtulamaz.
Ben önemli biri olmayı beceremeyen, önemsiz biriyim. Evet, tam söylediğim gibiyim. Önemli olmayı, önemli olmak isteyenlere, bunu çok ihtirasla isteyenlere bıraktım. Yataktan kalktım, bir süre tuvalette, lavaboda aynanın önünde oyalandıktan sonra giyinip dışarı çıktım.
İki yıldır özel bir ithalat şirketinde memur olarak çalışıyorum. Dolmuş durağına ulaştım ve kalabalığın içinde sessizce, beni çalıştığım iş yerine götürecek aracın gelmesini beklemeye başladım. Her zaman olduğu gibi, başkalarını bilemem ama kendimi, hayatımı düşünüp duruyordum yine.
Dıştan bakıldığı zaman dikkat çekecek bir yanım yoktu. Yani beni tanıyanların bildiği gibi sıradandım. Bu sözümü açmam gerekir mi bilmiyorum ama insanlarla karşılaştığım zaman kimsenin bana dikkatle, şaşırmış gibi baktığını hatırlamıyorum. Bilakis, günlük hayatlarında her gün onlarca kez gördükleri eşyalarına, tanıdıkları şeylere bakar gibi baktıklarını, rahat davrandıklarını kolaylıkla söyleyebilirim.
Çok konuşkan, sokulgan birisi olmadığım için, arada bir de olsa komik bir fıkra, ilginç bir hikâye anlatıp karşımdakileri güldürdüğüm veya farklı şeyler söyleyip kimseyi şaşırttığım da söylenemezdi. Yani gerçekten de sıradandım.
Durakta bekleyen hoş kokulu, uyku mahmuru genç kadınları, genç kızları, genç erkekleri ilgiyle izledim ama hiç kimse bunun farkına varıp oralı bile olmadı. Oysa ben de oradaydım.
Dolmuş gelmekte gecikmişti. İşe geç kalacaktım. Tedbir olsun diye hep beş dakika ileri ayarladığım saatime kaygıyla baktıktan sonra, tekrar dolmuşun geldiği yöne dikkat kesildim.
Beklerken yeniden içime döndüm. Aslında yalnızlığı seven biriydim. Arkadaşlıklarım yok değildi ama çok yüzeyseldi. Kimse için pek kaygılanıp üzüldüğümü hatırlamıyorum. Biraz da kuru bir adamdım herhâlde. Gerçi küçük, yoksul bir çocuk görsem üzülmüyor değildim ama hepsi o kadardı sanırım. Belki de hayatımda kendimi yeterince tanımam için önüme pek bir fırsat çıkmamıştı ve hakkımda yanılıyordum…
Beklediğim dolmuş gelince duraktaki kalabalık hareketlendi. İçeri girmek için kapının önünde itişerek biraz da birbirimizi dürterek araca güçlükle binebildik. Bu, yadırgamadığımız, sabah akşam alışık olduğumuz bir durumdu.
Neyse ki arka tarafta boş yer vardı da oturabildim. Yoksa iki büklüm canım çıkacaktı. Küçük şehirlerden İstanbul’a süren yoksul, işsiz güçsüz insan göçü bu şehri iyice yaşanmaz hâle getirdi artık.
Dolmuşun