Emin Göncüoğlu

Dar Sokakta Ayak Sesleri


Скачать книгу

sürünerek dönüyorum eve.

      Yalnız yaşadığımı söylemedim sanırım. Babam ilköğretim müfettişi Mesut Bey’le, ilkokul öğretmeni Nazlı Hanım’ın tek evlatlarıyım. İkisi de emekli artık. Silivri’de yazlıktalar.

      Ailenin tek çocuğu olmak iyi mi ya da kötü mü hâlâ karar verebilmiş değilim. Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama bu durum bazen bana çok sıkıcı geliyor. Babam için neyse de anneme göre hâlâ dünkü çocuğum. Bazı hafta sonları yanlarına gidiyorum yetiyor bana. Ama onlara kalsa her akşam dizlerinin dibinde görmek isterler o başka… Dokuzdan önce işe yetişemezsem Meral Hanım’dan çekeceğim var.

      Kirli sakallı şoför, yolcu almak için sertçe fren yapınca insanlar kuzular gibi birbirinin üstüne yıkılmalarına rağmen kimseden ses çıkmadı. Herkesin benim gibi çok öfkelendiğini biliyorum. Bir iki kişi ağzıyla “cık cık” türünden sesler çıkarıp başını her iki yana salladıysa da daha ötesinde bir tepki verme cesaretini hiç kimse gösteremedi.

      “Tepkisiz toplumuz” diyorlar ya bundan iyi örnek olur mu? E bir de gazeteler yazıyorlar, koca koca adamlar konuşup duruyorlar, demokrasimizin eksiği çok diye. Yahu bir dolmuş şoförüne bile davranışının yanlış olduğunu söyleyip tavır koyamayan insanların ülkesinde “demokrasinin” ne işi var Allah aşkına! Yine moralim bozuldu ve canım sıkılmaya başladı fakat en iyisi bu konudan çıkmak.

      Babam dün akşam aradı, yazlığa hafta sonu mutlaka gelmemi söyledi. Yazlıktaki komşumuz Ruhi Amca’nın kayığı ile balığa çıkacakmışız. Fakat kendisi gibi emekli müfettiş olan Ruhi Amca’nın çenesi açıldı mı kapanmak bilmiyor ki! İnanın bıkıyor insan aynı teftiş hikâyelerini dinlemekten. Babamın tansiyonunu yükseltmemek için “Ben gelmiyorum.” gibi bir şey söyleyemedim. “Gelmeye çalışırım.” diyerek kapıyı tümden kapatmadım ama kararım kesin gitmeyeceğim.

      Dün akşam, tepesindeki saçlarının epeyce bir kısmı döküldüğü için başını fötr şapkayla örten, profesörden çok vücut şampiyonuna benzeyen, fırsat verilse her gece televizyonda bir başka kanala çıkıp konuşmaya hevesli olan, öğretim üyesini dinledim; içim karardı! Bildiğiniz gibi konu depremdi.

      En iyisi gidip Mardin’e yerleşmek; fay hatlarına en uzak yer orası sanırım. Ama terörü unutuyorum işte… Dünya çok tehlikeli bir yer değil mi? Ne zaman bu deprem konusu açılsa işte isem işe yoğunlaşamıyorum; evde isem uyuyamıyorum. Berbat bir durum yani…

      Koca İstanbul oturmuş kaderine razı topluca ölümünü bekliyor. Doksan dokuz depreminin acısı, yarattığı korku unutulmadı tabii. Silivri’de annem ve babamla birlikte yazlıktaydım. Yer altından gelen ürkütücü bir gürültü ile uyandığımı, korku içinde kendimi dışarı atarken Bu kadar genç yaşta da ölünür mü? diye düşündüğümü, o sıcak gece yarısı annemin dayanamayıp babamın omzunda korkudan ağladığını, komşularımızın yüzlerindeki paniği hiç unutamıyor bugünkü gibi hatırlıyorum. Ölümün bizi nerede ne zaman yakalayacağını nasıl bilebiliriz ki?

      Az önce Dolmabahçe’den inerken Boğaz muhteşem görünüyordu. Depremden korkuyorum ama siz öyle söylediğime bakmayın yaşayamam bir başka şehirde. Kabataş’tan, Karaköy yönüne trafik ağır da olsa ilerliyor.

      Salı Pazarı’nda inenlerle dolmuşun içerisi biraz rahatladı. Beni sıkıştıran adam da indi; omzunda çantası ile alımlı bir genç kadın bindi. Yanımdaki boş koltuğa oturup oturmamakta tereddüt etti bir süre.

      Ben dışarıya bakarken aslında göz ucuyla onu izliyordum. Biraz kararsız kaldıktan sonra gelip oturdu yanıma. Bana değmemek için çaba gösterdiğini biliyordum. Böyle yaparak kendini çok daha değerli hissediyordu sanırım.

      Karaköy’e geldiğimizde onun hakkında pek fazla bir şey düşünmeme fırsat kalmadan dolmuştan inerek Tünel yönüne doğru hızla ilerledi. Ben de son durak olan Eminönü’nde indim. Boğaz’dan esen temiz havayı içime çekerek yürümeye başladım. Yaklaşık beş dakika kadar yürüdükten sonra çalıştığım iş yerine ulaşmış olacağım.

      Her yer insan kaynıyor. Arada bir öten yolcu vapuru düdükleri Eminönü Meydanı’nı inletiyor. Etrafta uçuşan, yerde yem arayan güvercinlerin çıkardığı uğultular, martı çığlıkları, çığırtkan seyyar satıcıların sesleri ve motor gürültüleri arasında ilerlerken midemin kazındığını fark ediyorum.

      Her sabah yaşadığım bir şey. Kahvaltı yapmadan sokağa fırladığımdan açım. Tost yaptırıp yiyecek zaman yok. En iyisi bir simit alıp yürürken yemek; yoksa geç kalacağım. Bir bardak havuç suyu içseydim iyi olacaktı ama… Çiğneyip yuttuğum birkaç parça simit midemdeki isyanı bastırdı. Sabah olmasına rağmen havadaki sıcak, yaz mevsiminin iyice geldiğini gösteriyor.

      Yürürken kalabalıkta hem kendime yol açmak hem de kimseye çarpmamak için oldukça çaba gösteriyorum. Havanın ısınması insanda yer değiştirme, bir başka yere gitme duygusunu depreştiriyor.

      Geçen yıl kısa olan yıllık iznimi evde uyuyarak sokaklarda aylak aylak gezerek seyircisi az sinema salonlarında pinekleyerek üç gün de yazlıkta denize girerek geçirdim. Bu sene hayırlısı, bakalım kısmet neresi olacak.

      Çalıştığım firma, Uzak Doğu’dan deniz motorları ithal ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdikten sonra birçok genç gibi hiç çalışma umudum olmadan dört sene işsiz gezdim. Yani bilirim amaçsız, parasız, boş boş gezmenin ne demek olduğunu.

      Tabii benden çok annemle babam üzülüyordu durumuma. Babam liseden sınıf arkadaşı merkez valisi Rıfat Amca’ya gidip yalvarıp yakardı ama sonuç çıkmadı. Bir sürü sarı sayfa ilanı, eş dost çabası neticesiz kaldı. Sonra bizim şirketin muhasebe müdürü Mennan Bey Silivri’de yazlığımızın olduğu siteden iki sene önce ev alınca Ruhi Amca’yla babam balıktan dönerken deniz kenarında tanışmışlar. Hoşbeşten sonra bizim ihtiyarlar tuttukları istavritlerden vermişler Mennan Bey’e. İşte bu tanışıklıktan doğdu benim işim.

      Mennan Bey elli beş yaşlarındaydı ve titiz bir insandı. Ne yazık ki beş ay önce yazlığının tadilatını yaptırırken fayans ustası ile tartıştıktan sonra kalp krizinden öldü. Ardında da matematik öğretmeniliğinden emekli dul bir eş, yeni ilköğretim öğretmeni olmuş bir kız çocuğu bırakarak gitti! Nur içinde yatsın. O öldükten sonra, beni koruyan kimse kalmadı şirkette. Onun için eskisinden daha dikkatliyim artık.

      İşte, çalıştığım şirkete ait yüksek bina da göründü nihayet. Kapıdaki güvenlik görevlisi de benim gibi bekâr. “Evlenilecek sağlam kız bulmak zor.” diyor. Ne desem memnun olmayacağı için “Haklısın” demek en iyisi.

      “Günaydın Sırrı Bey!”

      “Günaydın!”

      “Nasılsın?”

      “İyiyim, ya sen?”

      “İdare ediyorum işte…”

      “Meral Hanım geldi mi?”

      “Hep erken gelir ama bugün nedense daha görünmedi!”

      Ben bir şey demesem de bu cevabına sevindiğimi anlamış olmalı. Asansörü beklemeden yürüyerek üçüncü kata çıkıyorum. Bizim katta on bir kişi çalışıyor. Şefimiz Meral Hanım’ın masası henüz boş. Diğerleri ben hariç dolu ve yeni günün ilk hazırlıklarını yapmaya başlamışlar bile. Baksanıza çalan telefonlara… Heyecanlandım birden. Bugün çalışmak için içimde hiç heves yok.

      Sağ yanımda oturan, Sirkeci Tren Garı’ndan emekli personel müdürünün, yaptığı doğumlar nedeniyle sağı solu iyice sarkmış, huysuz, sarışın karısı