Emin Göncüoğlu

Dar Sokakta Ayak Sesleri


Скачать книгу

Yüksek tansiyon işte… Aslında buraya gelmeme de karşıydı, terör yüzünden hep endişe ederdi.” dedi ve sanki yalan söylediğini, sözünü bu konu üzerinde daha fazla sürdürürse anlayacağımdan korkarcasına gözlerini gözlerimden kaçırdı.

      “Çayını neden içmiyorsun?” dedi.

      Sesimi çıkarmadım. Ilıklaşmış çaydan bir yudum aldım. Tadı çok kötüydü. Bir süre hemen yanı başımızdaki masada birbirleri ile hararetle konuşup tartışan iki gence baktım. Çok heyecanlıydılar ve her ikisi de kendisinin doğru düşündüğünden emin bir şekilde konuşuyordu.

      Salih:

      “Amca oğlun nerede şimdi?” deyince irkildim ve birbiriyle tartışan iki genci izlemekten vazgeçtim. Salih’in zayıf esmer yüzüne, arkadaşlığımıza, belki de aramızda yavaş yavaş oluşmaya başlayan sevgiye cesaretle sahip çıkamayan birisinin yüzüne bakar gibi acıyarak baktım. Bir süre ne diyeceğimi düşündüm. Sorunun cevabını ben de bilmiyordum çünkü. Öylesine:

      “Herhâlde bizi arıyor olmalı…” dedim.

      Ama bu sözümün canını yakacağını biliyordum. Ürkekçe yutkunduğunu fark edince artık onun yanında oturmak istemediğimi anladım. Bu his yeniydi; ona karşı ilk defa duyuyordum ve beni garip bir şekilde rahatlatıyordu.

      “Hayat zannettiğimizden, düşündüğümüzden daha tehlikeliymiş!” dedim artık düzeltmeyi unuttuğu alnına dökülmüş düz saçlarını izlerken.

      “Öyle!” dedi konuşmakta zorluk çekiyormuş gibi titrek bir sesle.

      “Ne zaman gidiyorsun?”

      Mahcup ve üzgün bir ifadeyle yüzüme baktı.

      “Bu akşam sekiz arabası ile… Böyle olmasını istemezdim gerçekten…”

      “Hayır hayır! Bir şey söylemene gerek yok, hiç olmazsa sen git kendini kurtar.”

      Tekrar suçlu suçlu oturmaya devam ettikten sonra:

      “Sen ne yapacaksın?” dedi.

      “Beni düşünme artık… Böyle olacağını nasıl bilebilirdim ki?”

      Sakallı, itici, genç biri gelip Salih’in boşalan çay bardağını aldıktan sonra, bir şey isteyip istemediğimizi sordu. İkimizden de ses çıkmayınca gitti. Salih açık mavi gömleğinin sol cebinden sigara paketini çıkararak bir tane yaktı. Birkaç aylık arkadaşlığımıza rağmen ona bir yabancıya bakar gibi bakıyordum.

      “Bir daha dönmeyeceksin değil mi?” dedim.

      “Bilmiyorum. Düşünmeye ihtiyacım var…” Sonra sanki yüzüme sevgiyle baktı. Yoksa bana mı öyle geldi bunu gerçekten bilmiyordum.

      “Seni tanıdığıma pişman değilim ama keşke böyle olmasaydı.” dedi.

      “Sana iyi bir hayat diliyorum!” dedim.

      O çok üzülmüş gibi bir sesle:

      “Böyle konuşma.” dedi ve sigarasından derin bir nefes çekip dumanı hızla dışarı savurdu.

      “Nasıl konuşursam konuşayım önemli değil artık… Sana iyi yolculuklar diliyorum!” dedim

      Yerimden kalktım ve onun son kez, alnına dökülmüş saçlarının altındaki zayıf esmer çehresine baktım. O da taştan heykeller gibi donmuş, duygusuzca yüzüme bakıyordu. Elimi uzatıp sessizce:

      “Hoşça kal!” dedim.

      Beni anlayıp anlamadığından emin değildim. İçimde buradan hızla kaçıp gitme isteği vardı. Ben masadan uzaklaşırken Salih’in son bir gayretle:

      “Seni arayacağım!” dediğini duydum ya da bana öyle geldi. Fakat söylemişse bile artık bu sözlerin bir değeri yoktu benim için.

      Bodrum kattaki Emek Kahvehanesinden yeryüzüne çıkınca ışıklı bir parlaklık çarptı yüzüme, gözlerim kamaştı. Ne yapacağıma ilişkin bir fikrim yoktu. Anlamsız bir boşlukta uçar gibiydim. Fakat tam olarak nerede olduğunu bilemediğim bir yerim kanıyor gibiydi. Etrafımdaki insanlar, yapılar, ağaçlar, taşıtlar, bulutsuz gökyüzü manasız bir dünyanın garip şekilleri gibi oynaşıp duruyorlardı acıyan ruhumun derinliklerinde.

      Karanlık dehlizinden gün ışığına çıkmış küçük, ürkek bir fare gibi kalabalık kaldırımda ilerlerken bir tek çaresizlik ve belirsizlik duygusunu hiç kaybetmiyordum. Hangi yöne ne için gidiyordum farkında değildim. Sonra her şey birden bire bulanıklaşıverdi. Düşmemek için gölgesine sığındığım bir ağacın gövdesine tutundum. Zihnim silinmiş gibi kalabalık kaldırıma tuhafça baktım ve hem kendimden hem de gözüme görünen her şeyden korktum.

      Yanımdan geçen birkaç kişinin dikkatle beni süzdüğünü fark ettim. Hem öfkelendim hem tedirgin oldum. Kendime gelmek için sığındığım ağacın gölgesinde beklerken dış dünyayla bağım kopmuş, anlamsız bir bütünün acınası, küçük bir parçası hâline gelmiştim.

      Sonra nasıl olduysa bilmiyorum, ayaklarım beni kalabalık caddeden alıp eski bir sokağın içine sürükledi. Ne kadar yürüdüğümü, buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Dış duvarları yüksek, eski, avlulu bir evin büyük sokak kapısının önünde duruyordum. Elimi uzatıp kapının tokmağını vurdum ve nefesimi güçlükle kontrol etmeye çalışarak bekledim. Kapıyı eski komşumuz, çocukluk arkadaşım Zeynep’in zayıf, kısa boylu, başı eşarplı annesi açtı. Beni görünce çok şaşırdı; ben şaşırmadım. Sadece boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladım!

İKİNCİ BÖLÜM SONU

      Yengem, dün telefonda “Nezir, amcan iyi değil hastaneye götürüyoruz.” dediğinde hiç şaşırmadım. O kahpenin yüzündendir, dedim içimden. Hastaneye ulaştığımda çekilen beyin tomografisinde beyin kanaması geçirdiği anlaşılmıştı ve durumu gerçekten iyi değildi. Yüzünün kanı çekilmişti, ölü gibiydi. Saatler sonra birkaç cümle konuşabildik; o da Nagihan’la ilgiliydi. Doktorlar müsaade etmiyorlar ki…

      Hep amcamın pısırıklığından oldu bütün bunlar. Ona “Amca yapma etme, kız kısmının yeri evidir, kıçını kırsın otursun anasının yanında, çevre mühendisliğinde okumak da neyin nesiymiş?” dedim ama dinletemedim. Hem ne olmuş çevremize? O cadaloz yengem gizli gizli destek verdi, biliyorum. Esas maksatları Nagihan’ın çevre mühendisliğinde okuması falan filan değil kızı bana vermemek, esas amaçları bu…

      Yuttum zannediyorlar. Neymiş biraz okusun, zaten hevesi kendiliğinden geçermiş. Bunlar ahmak sürüsü Allah’ıma! Alın işte başınıza belayı! Bilmiyorum zannediyorsunuz. Bana vermemek için okumaya gönderdiğiniz kızınız orospu olup çıktı. Kına yakın, geberin! İnşallah hastaneden cenazen çıkar amca tamam mı?

      Yok, yediremiyorum kendime arkadaş! Erkekliğime kim toz kondurabildi bugüne kadar. Sabırlı olup kendisini dinlemeliymişim. Eee… Ne oldu? Gör işte! Aldın mı ağzının payını? Bak hasta yatağında gebermek üzeresin kimin yüzünden? Ama çek cezanı!

      Önce kalp krizi ardından beyin kanaması, yaşarsan sol tarafın çalışmayacakmış; öyle diyorlar. Beni dinleseydin bunlar gelir miydi başına? Sana döv dedim, kır bacağını dedim. “Hayır, yapamam.” dedin. “Nazlıdır.” dedin. “Hem Başer’in ölümünden sonra kıyamam evlatlarıma.” dedin. Bak ama o sana nasıl kıydı, ne hâle getirdi gör işte!

      Şanslıysan geberirsin. Ama gebermeyeceğini biliyorum. Biraz zaman geçince bu rezilliğe alışırsın, çekersin sineye. Ama ya ben nasıl alışırım hiç düşündün mü?

      Ya sen kahpe, ne buldun da gittin elin itine? Hem de benimle sözlüyken…