Emin Göncüoğlu

Dar Sokakta Ayak Sesleri


Скачать книгу

iki yüz yıldır Batılılaşmak için sarf ettiğimiz onca çaba; iş yerlerimizin isimlerinin anlayamayacağımız sözcüklerden oluşmasından, geçmişimize, kendimize, birbirimize, kültürümüze yabancılaşmamızdan başka neye yaradı acaba? İnsanımızın anlaşılmaz olmaktan bir beklentisi vardı herhâlde. Yoksa bunca anlayamadığımız yabancı sözcük neden yaşamımızı istila etsin ki? Yeterince değerli olmadığımızı düşünüyor olmalıydık ki böyle davranıyorduk… Yeterince çaba göstermeden bilim ve fikir üretmeden değerli bulduğumuz ülkelerin kullandığı dilin sözcüklerini hayatımıza lüzumsuz bir şekilde sokarak aşağılık duygusundan kurtulup çok daha değerli olabilir miydik? Böyle bir şey mümkün müydü? Bizim şirketin adı bile Mercury Deniz Motorları A.Ş. Ülke olarak ciddi bir sorunumuzun olduğu kesin.

      Boğazımı sıkan kravatımı hafifçe gevşettim. Az ötemde Türk Hava Yollarının ve diğer hava yolu şirketlerinin biletlerini satan, yurt içi ve yurt dışı gezileri düzenleyen bir seyahat şirketinin önünde, servis aracı durmuş uçağa yetişecek yolcuların valizlerini bagaja yerleştiriyorlardı. Oradaki hareketlilik beni cezbedip kendine doğru çekerken insanlardaki heyecan, canlılık hemen göze çarpıyordu.

      İş yerinin camına yapıştırılmış epeyce bir gezi ilanı vardı. Merak içinde oraya doğru sokulunca Paris, Venedik, Bükreş, Atina, Bodrum, Marmaris ve Kuşadası’na yapılacak seyahatlerle ilgili bir sürü bilgi gördüm. Ama benim ilgilendiğim bunların hiçbiri değildi, belki de ilginin çok fazla olmayacağı düşünüldüğü için en alta yapıştırılan bir haftalık Güneydoğu gezisiydi.

      İnsanın, hayatta bazı şeylerin neden olduğunu anlayamamasının, mantıklı bir izahını yapamamasının zor olduğu anlar vardır ya sanırım bu da öyle zamanlardan birisiydi. Kaderim beni kendisine doğru çekiyordu sanki. Güneydoğu: Terör, yol kesmeler, yoksulluk, kan davası, töre cinayetleri, faili meçhul cinayetler, toprak ağalarının zulmü ile inleyen, sahte şeyhlerin kıskacındaki derdi ağır bölge… Ülkemizin nüfus artış hızı yüksek, eğitimsiz, işsiz erkeklerin kahvehanelerde vakit öldürdüğü, çileli kadınların, umutsuz genç kızların yaşadığı yaralı coğrafyası… Bütün bunları düşününce ürktüm. Ama o bölgeye yapılacak geziye katılma isteğim, içimdeki anlayamadığım bir dürtüyle saniyeler geçtikçe artıyordu. Terör tehlikesini bildiğim hâlde, garip bir şekilde beni kendine doğru çeken o ilana doğru neden yöneldiğimi bilmiyordum, belki de bilmek istemiyordum.

      Seyahat acentesinin içi ışıl ışıl aydınlıktı. Büyük, kalın vitrin camına yaklaştım, ilanların arasından gözüme çarpan her şeyi izlemeye başladım. Beyaz asma tavandan, yerdeki devetüyü rengindeki granitlerin üstüne dökülen kızıl ışıklar göz alıcıydı. Masalarda oturan bakımlı genç kızları ve servis otobüsüne aceleyle gidip gelen, saçları briyantinli, uzun boylu, yakışıklı genç adamı ilgiyle izlemeye devam ettim.

      Cama yakın ilk masada oturan görevli kız yirmi beş yaşlarındaydı ve insanda saygı uyandıracak kadar asil bir güzelliğe sahipti. Bir iki kez başını çevirip meraklı gözlerle beni süzdükten sonra karşısındaki iki siyah deri koltuktan birinde oturan zengin görünümlü, kırk kırk beş yaşlarındaki kadına, beyaz elinin ince uzun parmaklarını oynatarak kibarca bir şeyler anlatmaya devam etti.

      Bir süre camda yansıyan görüntümün gerisinde, iş yerinin içindeki hareketliliği, servis aracına binenlerin telaşını ve onların bagajlarını yerleştirme işlemlerini bitiren şoförü ve muavini seyrettikten sonra aklımda yeni fikirlerle ayrıldım oradan.

      Evime daha vardı… Site Sinemasının arkasında, altı katlı, Bahadır Apartmanı’nın üçüncü katında oturuyorum. Üç sene önce babam, Bahçelievler’den ev alınca annemle oraya taşındılar ve eski ev bana kaldı. Bizim bu taraflar hep iş yerine dönüştü artık. Giriş katımız bir şirket bürosu, onun üstü muhasebeci oldu, neyse ki benim üstümde eski komşularımız İETT’den emekli, Rüstem amcayla hanımı Şadiye teyze hâlâ oturuyorlar. Onların üstünde de hazır giyim atölyesi var, en üst kat ise uzun süredir boş duruyor.

      Osmanbey’e doğru ilerlerken her akşam televizyonda sunulan hava durumu raporunda en son gösterilen Güneydoğu Anadolu haritasını zihnimde canlandırmaya çalıştım. Alt tarafta Suriye’ye sınırı olan Gaziantep, yanında Şanlıurfa, daha doğuda da Mardin vardı sanırım. Daha üstte Adıyaman ve Diyarbakır olmalı…

      Uçakla Urfa’ya, kara yoluyla Harran’a, oradan Mardin Midyat, Hasankeyf ve Diyarbakır’a gidilecek sonra tekrar uçakla İstanbul’a dönülecekti; böyle yazıyordu ilanda.

      Bu konuyu düşündükçe heyecanlandığımı fark ediyordum. Hâlâ böyle bir geziye çıkma isteğimin birdenbire neden ve nasıl ortaya çıktığını anlayamıyor ve yeterince tatminkâr cevaplar bulamıyordum. Sonra yoruluyor ve bu sorunun yanıtını aramaktan vazgeçiyordum.

      Aslında Ege veya Akdeniz’in güzel bir kıyı kasabasına gidip istersem bir hafta veya on gün kalabilirdim. Fakat dediğim gibi içimdeki o gizli güç -veya adı her ne ise o- Güneydoğu gezisine gitmem için beni heveslendirip şevklendiriyor, âdeta bu geziye çıkmam için teşvik ediyordu.

      O gece karmakarışık rüyalar görerek uyudum. Bunların hemen hepsi tanımadığım, ürkütücü, çok sıra dışı, karmakarışık yerlere yapılan gezilerden oluşuyordu. Sabah uyandığımda evimde güvende olmaktan büyük rahatlık duydum.

BEŞİNCİ BÖLÜM SONU

      Eminönü’ne, şansımın yaver gitmesiyle boş yer bulabildiğim körüklü uzun otobüsle geldim. Vaktim vardı ve Mısır Çarşısı’nın Sirkeci tarafından bakan kapısının içindeki küçük dükkânda, ince, kaşarlı bir tost yiyip havuç suyu içtikten sonra çalıştığım iş hanının fotoselle çalışan geniş cam kapısından içeri girdim.

      Kapıdaki güvenlik görevlisi Sırrı Bey her zamanki gibi güler yüzle karşılamaya alışmıştı gelenleri. Onunla selamlaştıktan sonra nihayet çalıştığım kata ulaşabildim.

      Sol tarafta oturan masa komşum Yusuf Bey benden sonra girdi içeri herkese gülücükler dağıtarak. Çalışanlardan eksik olan kimse yoktu.

      Masamda her sabah yaptığım güne hazırlık çalışmalarına başlarken tatile çıkmak konusunu Meral Hanım’a ne zaman açsam diye düşünüyordum.

      Temmuz ve ağustos aylarında en eskiler, en kıdemliler izne ayrılıyorlardı. Benim gibi yenilere sadece haziran ayı kalıyordu. Gezi de haziranın yirmi ikisindeydi; on iki gün vardı.

      Meral Hanım’ın sert yüz ifadesi, yanına gitme cesaretimi kırıyordu ve o an bu geziden vazgeçmemin en doğru hareket olacağını düşünüyordum. Fakat daha önce de dediğim gibi, nasıl ve neden doğduğunu anlayamadığım içimdeki o garip kuvvet bu duruma engel olmak için beni tekrar teşvik edip heveslendirerek hemen harekete geçiriyor ve kırılan istek ve cesaretimi tekrar toplamamı sağlıyordu. Onunla gidip konuşayım veya şimdi çok sinirli görünüyor, en iyisi gidip konuşmayayım kararsızlığı içinde birkaç saati geçirdim ve bu konuyu düşünmekten bir hayli yoruldum. O tarafa mümkün olduğu kadar bakmamama rağmen, Meral Hanım’ın sesini her duyduğumda onunla gidip konuşma isteği yeniden içimde canlanıyor fakat yüzündeki o can sıkıcı ifadeye bakınca hemen vazgeçiyordum.

      Ama bütün bunlara rağmen o bölgeye yapılacak geziye katılma isteğim hiç azalmadan tuhaf bir şekilde artarak devam ediyordu. Bu geziye beni çağıran belki kaderimdi ve ben onun çekiminden esrarlı bir etkiyle kurtulamıyordum.

      Ege ve Akdeniz kıyılarını iyi biliyordum ve bunların benim için pek bir ilginçliği kalmamıştı. En son, liseyi bitirdiğim yaz annem ve babamla mavi yolculuğa çıkmıştık. Çocukluğumdan beri Alanya ile Balıkesir arasında gezilebilecek hemen her