Emin Göncüoğlu

Genç Rahmi’nin Hikâyesi


Скачать книгу

gibi ölmek de zor. Zamanın yüzümüze kazıdığı çizgileri düşündükçe daha çok karamsarlaşıyorum. Birçok şeyi bir daha yaşayamayacak oluşumuz ne kötü.”

      “Karamsar olmak ya da olmamak, o kaçınılmaz sonun bize doğru yaklaşmasını hiçbir zaman engelleyemez. Bak önümüzde görünen şu köy gibi yerde beş altı bin yıl önce önemli bir medeniyet kuruluymuş. O zaman yine insanlar, güneşin doğuşunu sevinçle, batışını biraz hüzünle karşılarlarmış. Kışın üşür, yazın yanarlarmış. Onların da ölüm karşısındaki çaresizlikleri bizlerden veya şu anda burada yaşayanlardan farklı değilmiş. Yaşlanmayı ya da ölümü algılamada uygar veya ilkel olmak, çok fark etmiyor. Değişen dekorların önünde uçup gidiyoruz. Bütünü kavramamız imkânsız, sadece bütünün içindeki minicik parçaların yer değiştirmelerini belki anlayabiliyoruz. Yaşam da bu herhâlde. Seni sıkan şey gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeylerin bir süre sonra yerinden kayıp gitmesinden kaynaklanıyor. Alıştığımız şeyler, hayatımızdan çıkıp gitti mi mutsuzluğa kapılabiliyoruz. Çocukken yaşadığımız bir sokağın bir süre sonra yıkılıp değişmesi gibi, gençken pırıl pırıl parlak olan güzel bir cildin zamanla kırışıp yaşlanması gibi. Yaşadığımız şehrin, evin, sevgilinin kokusu burnumuzun ucundan uçup gidince yalnızlığa kapılır, onları ne kadar çok sevdiğimizi o zaman anlarız.”

      “Doğduğum şehrin kokusunu özledim ben!”

      “Annemin canı tatile çıkmak istiyor baba.” dedi Sinem, çok uzaklardaki bir köyü izlerken.

      “Annenin canı buradan tamamen kaçmak istiyor yavrum.” Tülay elinin tersiyle terli alnını siliyordu.

      “Daha çok var mı babacığım?”

      “Geldik sayılır.”

      “İnanamıyorum burada bir medeniyetin yaşayabileceğine. Tamamen harabeye dönmüş.”

      Yol kenarındaki kadınlar, erkekler, çocuklar yaşadıkları yere, yeni bir arabanın gelişini ilgiyle izlediler. Önlerindeki yol az sonra ikiye ayrıldı. Son tabelanın gösterdiği yöne saptılar. Küçük çocuklar topluca beyaz otomobilin arkasından koşuyorlardı. Sinem dönüp arka camdan onlara el salladı. Eski şehri çevreleyen surlardan çok azı ayakta duruyordu. Belki de binlerce sene önce kullanıldığı gibi bugün de kullanılan eski şehrin girişi olduğunu zannettikleri dar bir yoldan içeri girdiler. Arabanın arkasındaki toz bulutunun içinde koşan çocuklar onları bırakmaya niyetli değildi. İncecik yolun sağında ve solunda, damlarında dörderli veya altılı sivri kubbeler olan topraktan evler duruyordu. Önlerindeki yol hafif bir yokuşla meydan gibi bir boşluğa açılıyordu. Boşluğun ötelerinde gelirken yol boyunca gördükleri köy evlerinin birer benzeri dikiliydi. Tülay tepeleri kubbeli topraktan evlere bakarak:

      “Ne kadar ilginç, değil mi?”

      “Çok ilginç! Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan insanlar kışın soğuğundan, yazın kavurucu sıcaklarından bu yöntemle korunabilmişler.” dedi Metin. Meydan gibi boşluğun ortasına doğru ilerleyince birkaç metre aşağıda muhteşem bir kale manzarasıyla burun buruna geldiler. Binlerce yıllık kocaman bir tarihi, yer yer yıkılmış, yaşlı, yorgun sırtında bugüne taşıyan ve gizemli bir çehreyle hâlâ dimdik, hâlâ mağrur duran, eski zamanların bu görkemli yapısı, kendisini hiç bilmediği uzak diyarlardan görmeye gelen sınırlı sayıdaki misafirlerine biraz ürküntü, biraz heyecan, çokçası hüzün veriyordu. Öğlen güneşi gökyüzünün mavi boşluğunda dağı, taşı çatlatacak kadar sıcak parlıyordu. Kavurucu sıcağın etkisiyle:

      “Çok yoruldum!” dedi Tülay.

      “Bu sıcakta normaldir canım.”

      Büyük bir merakla çevreyi izleyerek arabadan indiler. Sinem az önce cesaretle arkalarından koşan çocukların, araba durunca ürkek bakışlarla fazla yaklaşmadan ve birbirleriyle hiç konuşmadan kendilerine baktıklarını gördü. Hepsinin yüzü güneş yanığı ve dişleri inci gibi bembeyazdı. Aralarından bazılarının saçları sarı ve gözleri yeşildi. İçlerinden birisi, bir erkek çocuk, güneş yanığı yüzünden hiç eksik etmediği tebessümle yanlarına yaklaştı. Dişleri gibi gözlerinin akı da bembeyazdı. Küçük çocuğun sarı saçlarını okşadı Sinem. En fazla beş, bilemediniz altı yaşında gösteriyordu.

      “Adın ne senin?”

      Küçük çocuk, koyu siyah gözlerini Sinem’e dikmiş, utangaç bir tavırla gülüyordu sadece. Arada bir, arkasında kızlı oğlanlı topluca duran arkadaşlarına bakıyor, sonra tekrar, ışıl ışıl parlayan zeytin siyahı gözlerini Sinem’in sıcaktan al al olmuş yanaklarına çeviriyordu.

      “Adın yok mu senin?” dedi Sinem yumuşakça. Sarı saçlı küçük çocuktan yine tık çıkmadı.

      “Türkçe bilmiyor musun?”

      “Biliyorum!” dedi ürkekçe küçük çocuk.

      “O hâlde adını söyle bana.”

      “Muhammet.”

      “Ne güzel! Kaç yaşındasın?”

      “On.”

      Sinem şaşırmıştı. Çocuğun yaşının daha küçük olduğunu sanıyordu.

      “Okula gidiyor musun?”

      “Evet.”

      “Bize kaleyi gezdirir misin?”

      Çocuk tekrar az önceki sessizliğine gömüldü.

      “Babacığım, Muhammet’e bir kutu meyve suyu verebilir miyim?”

      “Verebilirsin.”

      Metin elindeki fotoğraf makinesiyle etrafın fotoğrafını çekiyordu. Sinem gidip arabadaki poşetten bir kutu meyve suyu getirerek Muhammet’e uzattı. Önce tereddüt etti küçük çocuk meyve suyunu almakta, fakat Sinem çok ısrar edince utangaç bir edayla aldı kendisine uzatılan kutuyu.

      “Baba bizi de çeksene!” diyen Sinem, gidip Muhammet’in boynuna sarıldı ve fotoğraflarının çekilmesinin ardından da:

      “Benim de adım Sinem. Çok uzaklardan geldik buralara. Hiç deniz gördün mü Muhammet?”

      “Hayır!”

      “Haydi Sinem, lafı uzatma kızım. Şu kaleyi gezelim, içerisi serindir inşallah.”

      Tülay’ın sesi sinirli çıkıyordu. Onları beklemeden bulunduğu yerden aşağı kayarak indi ve kaleye doğru yürüdü. Birkaç adım sonra dönüp de Metin ile Sinem’in hâlâ gelmediğini görünce bağırdı:

      “Allah aşkına gelir misiniz artık!”

      Metin Tülay’ın iyice sinirlendiğini anlamıştı Sinem’e bakarak:

      “Gidelim kızım, önümüzde görülecek çok yer var.”

      “Hoşça kal Muhammet.” dedi Sinem küçük çocuğa. Sonra da annesine doğru koşmaya başladı. Muhammet donmuş gibi durduğu yerde dikilerek Sinem’e hiçbir şey demedi. Alev gibi yanan havanın içinden geçerek kaleye girdiler. Serin, küf kokulu bir loşlukla karşılaştılar. Birbirleriyle hiç konuşmuyor, etrafı meraklı gözlerle izlerken arada bir bakışıyorlardı. Kulaklarının hiç de alışık olmadığı bir sessizliğin ve ıssızlığın ortasına düşmüş gibiydiler.

      “Baba!” deyince Sinem’in sesi yankı yaptı kalenin kalın iç duvarlarında.

      “Tülay!”

      “Metin!”

      “Sinem!”

      “Anne sizleri çok seviyorum!”

      “Biz de seni!”

      Birbirine