Emin Göncüoğlu

Genç Rahmi’nin Hikâyesi


Скачать книгу

tepesine dikilmiş yaz güneşinin kavurucu ışıkları altında sıcaktan inim inim inliyordu. Fakat vakit ilerleyip de güneş batıdaki başı çıplak tepelere yönelince azıcık nefes alır gibi oldu. Gün boyu hırpalayıp durduğu insanlar ve hayvanlar yine de buna rağmen gitmek istedikleri istikametlere, bulabilirlerse bina ve ağaç gölgeliklerinden geçerek bitkin ve kızgın ifadelerle gitmeye çalışıyorlardı. Sabah serinliğinde canlı ve kalabalık olan şehrin küçük çarşısı şimdi sessizdi. Çarşı esnafı dükkânlarının serin yerlerine gizlenmiş, sabırsızlıkla akşamın gelmesini, akşam serinliği ile çarşının ve işlerin canlanmasını bekliyorlardı. Yaşlı adam, yüzünün ortasında sıcaktan gevşemiş baygın gözlerini küçük dükkânın kapısına dikmiş, sabırsızlıkla oğlu Rahmi’nin gelmesini bekliyordu. Aslında sabah ezanından beri hem çalışmaktan yorulmuş, hem de tuvalete gitmesi gerekiyordu. Kendini bıraksa pantolonundan aşağı sular boşalacaktı. Bir yandan kendini sıkıp dururken bir yandan da oğluna sövüp sayıyordu. Yerinden titreyerek doğruldu. Yüzünde hem öfke hem de acı çeken birinin ifadesi vardı. Ufacık dükkânı üç dört adımda geçerek kapının önüne çıktı. Bir süre kısık duran yaşlı gözlerini küçük çarşının kendisi gibi yorgun yüzünde dolaştırdı. Her yerde bu saatlerin normal devinimi vardı. Yan yatmış, kıpkırmızı ikindi güneşi küçük çarşının ortasındaki tozlu yolda patlayarak etrafa saçılıyordu. Oğlunun gelmesi gerektiği yöne tekrar umutla baktı. Ama dakikalar tükendikçe yaşlı ve buruşuk yüzü daha çok gerginleşti. Meyve ve sebze kokulu iri bir pençeyi andıran kalın ve çatlamış parmaklarıyla yüzünü beyaz bir post gibi kaplayan yirmi yirmi beş günlük sakalını yavaşça sıvazladı. Bütün bir gününü öldürdüğü dükkânın içine geri döndü. Son iki yıldır diz kapaklarında ve kollarındaki romatizmaları azmış, yaz kış demeden peşini bırakmıyordu. Ağrıyan diz kapaklarını geniş ve nasırlı avuçlarının içleriyle huysuz bir tayı yatıştırır gibi şefkatle okşadı. Küçük dükkânın soluna meyve tablaları, sağına da sebze tablaları yere doğru hafif bir meyille sıralanmıştı. Bunların ortasında koridor gibi bir yerin sonunda sırtını duvara yaslamış küçük tahta kürsüsünde oturuyordu. Kapıda yirmi beş otuz yaşlarında iyi giyimli birisi belirince heyecanla yerinden doğruldu:

      “Buyurun beyim!”

      “İki kilo şeftali alacaktım da.”

      “Hemen!”

      Yeni gelen bu müşteriyle yaşlı Halil amca az önceki pörsümüş hâlini terk ederek dirilmişti sanki. Hareketleri canlanmış, içinde bulunduğu öfkeli duruma rağmen bir şeyler satıp biraz daha para kazanmanın sevinci ince bir tebessüm gibi yüzünde dolaşıveriyordu. Kolay değil, akşama kadar azar azar, kilo kilo tartıp satıyor, kazanıyordu. Her yeni müşteri, ekmek demekti, su demekti. Gün kazanıp gün yiyorlardı. Yediklerinden artırıp da biriktirebildikleri pek bir şey yoktu. İyi giyimli genç müşterinin işini görüp parasını alırken bitişikteki eczanenin çırağı Raşit girdi içeri.

      “Halil amca, şunu boz.” diyerek elindeki kâğıt parayı yaşlı adamın burnuna doğru uzattı. Acelesi varmış gibi kıpır kıpır ediyordu. Yaşlı adam ışığı azalmış bakışlarını, iyi giyimli müşteriden alarak Raşit’in parlak beyaz yüzüne dikti. Ama bir iki saniye sonra, onu hiç görmemiş, hiç duymamış gibi iyi giyimli genç müşteriye parasının üstünü verdi. “Haydi Halil amca, müşteri bekliyor!”

      “Ulan Raşit, işim gücüm yok bir de sizinle mi uğraşacağım? Bugün bu kaçıncı gelişin, söyle bakayım?”

      Raşit, Halil amcanın sorusunu hayli ciddiye almış bir tavırla zihnini kurcalayıp düşünmeye başladı. Sonra tam bir neticeye varamayacağını anlayınca:

      “Herhâlde on on beş defa oldu.”

      “Sus, sus! On on beş defaymış! Bu, en az yüzüncü defa para bozdurmaya gelişin. Ulan ben banka mıyım hıyar yavrusu, bıktım ulan bıktım sizden!”

      Raşit, Halil amcanın kendisini çok sevdiğini bildiğinden, bu sözlerini hiç önemsemez ve aldırış etmezdi.

      “Hadi be Halil amca! Boz şu parayı da gideyim. Bir daha gelmem söz.” derken olanca sevimliliğini takınmıştı. Yaşlı adam biraz da yalancıktan kükremelerine devam ederek:

      “Ulan eşek sıpası, bu kaçıncı söz deyişin ha!” diyerek onun küçük, kıpkırmızı kesilmiş kulağına kalın parmaklarıyla yapıştı. Raşit, kulağını onun elinden kurtarmaya çalışırken bir yandan da yalvarmaya başladı:

      “Vallahi bir daha gelmem, iki gözüm önüme aksın ki gelmem, bu son olsun!” diyordu.

      “Bu son olsun ha, aklınca beni uyutuyorsun, değil mi?” diyerek onun yumuşak ve sıcak kulaklarını biraz daha sıktı.”

      “Ah, ah!”

      “Ya işte, böyle beleş hiçbir şey yok bu dünyada.”

      “Ah Halil amca, ah! Çok geç kaldım. Ne olursun, bırak da gideyim. Beni dövdürmeye mi niyetlisin? Vazgeçtim, bozma, bozma tamam.”

      “Gel de inan, buradan çıktıktan on dakika sonra tekrar geleceksin.”

      “Vallahi gelmem, vallahi!”

      Yaşlı adam “Bu kadar yeter.” diyerek küçük çocuğu bıraktı. Elindeki kâğıt parayı alarak, köşede sebzelerin yanındaki yağ kutusunun içindeki bozuk paralarla değiştirdi ve Raşit’e verdi. Tam o anda Raşit’ten biraz daha büyük ikinci çırak girdi nefes nefese içeri.

      “Oğlum, Sinan abi ‘Boşuna zahmet edip gelmesin, nasıl olsa gelince parçalayacağım.’ dedi. Ne yapıyorsun lan iki saattir burada?”

      Raşit:

      “Ne iki saati oğlum, görmüyor musun geliyoruz işte.” dedikten sonra Halil amcanın elinden bozuk paraları aldığı gibi dışarı fırladı.

      Halil amca, ikinci çırağın söylediklerine sinirlenmişti:

      “O Sinan olacak pezevenk abine söyle de bundan sonra kendisi gelsin para bozdurmaya. Raşit’e parmağını vurursa, kırarım o parmağı. ‘Halil amca böyle söylüyor.’ de.”

      “Ama bu da gittiği yerden gelmiyor ki!” diyerek öbür çırak da Raşit’in peşinden koştu. Onların gidişi ile küçük dükkânın içindeki yalnızlığına tekrar döndü yaşlı adam. Dükkânın önünden insanlar, eşek hamalları, taşıtlar birer ikişer geçip gidiyorlardı. Çarşı camisinin minaresinden yükselen ezan sesi titretiverdi onu olduğu yerde. Yaşlı yüzündeki küskün ifade gittikçe arttı. Kulaklarında çınlayıp duran ses, ezanın sonlarına yaklaştıkça umudu tamamen biter gibi oldu. Küçük dükkânın içinde öfkeyle sağa sola gidip geliyordu.

      “Sütü bozuk oğlum, hadi gelsene! Babana, ömrünü sizler için yok eden babana yüreğin hiç mi yanmaz? Bak yaşım kaç oldu, hâlâ eşekler gibi çalışıyorum. Kim için? Sizler için değil mi hı? Zamanında gelsen de üzmesen şu yaşlı babanı olmaz mı hı? Ne kötülük ettim size benim hayırsız oğlum? Biraz da sen bel versen ya bana, yoruldum be, yoruldum. Bu içine tükürdüğümün dünyası büktü belimi, anlamıyor musunuz? Anan yordu, anam yordu, babam yordu, bacıların yordu. Bu dünyanın yükünü hep ben mi taşıyacağım? Şu mübarek ikindi namazımda gidip camide kılamadıktan sonra, bunu bana sağlayamadıktan sonra ben neyleyeyim senin gibi evladı?”

      Halil amca kendi kendisiyle konuşup dururken koltuğunun altında bir deste kitap ve defterle Rahmi girdi içeri. Birdenbire Rahmi’yi önünde bulan yaşlı adamın yüreği hiddetten duracak gibi oldu. Bütün öfkesini dışarıya savurmanın tam sırasıydı. İdrar kesesinin aşırı şişmesiyle, yerinde kıvranıyordu. İçindeki öfke dışarı savrulup Rahmi’nin