Emin Göncüoğlu

Genç Rahmi’nin Hikâyesi


Скачать книгу

şehre gelenlerin uğradığı küçük ve bakımsız kebapçı dükkânının karşısındaki caminin arka kapısından içeri daldı. Caminin küçük avlusu boştu; abdest alınan yerin sağ tarafına düşen tuvaletlere doğru yöneldi. Ezan okunalı epey olmuştu. İçerdekilerin hepsi namaza durmuşlardı. Boşuna bir çaba içinde namaza yetişemeyeceğini anladı. Keskin sidik kokusunun, nefesleri yaktığı, yerleri ıslak, çamurlu ve pis koridora girdi; sağlı sollu dizilmiş, inanılmayacak kadar kirli olan tuvaletlerin bazılarının kapıları kapalı, bazılarınınsa açıktı. Tam karşıda iki küçük boyacı çocuk hem konuşuyor hem de, önlerindeki sidikten dolayı siyah sarı bir renk almış, genzi yakan sidik kokulu duvara keyifle işiyorlardı. Halil amca elektriğe tutulmuş gibi titredi. Buranın temizliğine bakan adam bir hayaleti andıran ürkütücü yüzüyle ortalıkta görünmüyordu. Halil amca pantolonunun düğmesini açmaya çalıştı. Acele ettikçe, kendi kendini kontrol etmekte zorluk çekiyordu. Ona en yakındaki açık kapıdan içeri girdi. Fakat önünü açamadan, pantolonunun paçalarından aşağı, idrarı süzülerek indi. Daha sonra da şarıl şarıl akmaya başladı. Titreyen vücudu, titreyen parmaklarına söz geçirip kuvvetlendiremediği için önündeki düğmelerini çözememişti. Yüzündeki gerilim, ağlamaklı bir rahatlamaya dönüvermişti. Kendi idrarından oluşan küçük bir gölün ortasında kalmıştı.

      BEŞİNCİ BÖLÜM

      Rahmi gün boyu zor sakinleştirdiği ruhunu bu defa da durumundan haberi olmayan babasının nasırlı ellerine teslim etmişti. Küçük dükkânın içinde gözlerinden süzülen yaşları, gizlemeye çalışıyor, fakat hıçkırıklarını engelleyemiyordu. Yüzünün sağ tarafı ve kulağı, yediği şiddetli tokadın etkisiyle, tekrar alev alev yanmaya başlamıştı. Zayıf ve ince gövdesini önce ateş, ardından ter bastı. İlk şaşkınlığından kurtulur kurtulmaz, bugün ikinci kez etrafa savrulan kitap ve defterlerini toplamaya çalıştı. Bu kadarı da fazlaydı artık. İçinde duyduğu öfke ve kin, göz pınarlarından kaynayan sulara karışarak sebze ve meyvelerin üstüne dökülüyordu. Domates ve biber bölümünün ortasına sayfaları açılarak düşmüş matematik defterini düzelterek kaldırdı. Edebiyat defteri ile kitabı da karpuzların olduğu bölüme savrulmuştu. Öfke ile onları da çekip aldı. Karpuzların hemen önünde tahta tablanın kenarında, kesmece karpuz isteyen şüpheci müşterilerin karpuzlarını kesip iyi olduğunu onlara göstermek için kullanılan sapı tahtadan, keskin, sivri uçlu iri bir bıçak duruyordu. Toparladığı kitap ve defterlerini götürüp babasının oturduğu taburenin üstüne koydu. Babasının kendisini tokatlamasını tanıdık birilerinin görmemesi, tek tesellisiydi. Fakat bunun böyle olması, içindeki öfke ve kinin azalmasına kesinlikle sebep değildi.

      “Oğlum, şuradan yarım kilo biber ver bana, acı değilse istemem ona göre.”

      Devlet memuru olduğu her hâlinden belli olan yaşlıca bir müşteri bu sözleri söyleyerek gelip durmuştu küçük dükkânın önünde. Rahmi düşünceleriyle amansızca boğuşup dururken, kendisi için hiç de uygun olmayan bir saatte geldiği için, öfkesiyle keskinleşmiş bakışlarını, yaşlıca müşteriye sertçe çevirdi. Aslında bir an babası geldi diye irkilmişti. Bu da, dükkânın önünde başına az sonra geleceklerden habersizce ve biraz da safça duran yaşlıca müşteriye kızması için yeter sebepti. Üstelik yaşlı olduğu için babasını veya Kuru Kafa Celal’i çağrıştırmış olması da cabasıydı.

      “Satış yapmıyoruz.” diye Rahmi’nin kurumuş dudaklarından içindeki öfke ve kinin şerbetine batmış bir iki söz döküldü, sabahtan beri seçilmiş, ucuzcu akşam müşterilerini bekleyen, solgun ve sonu kalmış sebze ve meyvelerin üstüne. Yaşlıca müşteri, Rahmi’nin bu öfke dolu sözleri karşısında önce şaşırmış ve kendisine anlamlı gelmeyen bu sert edasından biraz da heyecanlanmıştı. Az ötede, Halil amcanın gizli gizli didişip durduğu rakip manavdan da istediğini alıp gidebilirdi. Fakat nedense öyle yapmadı. Biraz da devlet memuru olmanın itiraz etmedeki ayrıcalığını kullanarak:

      “Para kazanmak için açmadınız mı burayı oğlum? Sen ne biçim konuşuyorsun?” diye Rahmi’ye diklendi. Bu sözlerinde, dar gelirli küçük devlet memurlarının, onlara göre biraz daha iyi para kazanıp, rahat yaşadıklarını zannettikleri, küçük esnafa karşı duydukları öfke de gizliydi. Yaşlıca müşterinin karşısındakini tahrik eden bu sözleri, öfkesini dizginlemekte zorluk çeken Rahmi için patlamaya hazır dinamitin ateşlenen fitili olmuştu. Bir panter çevikliği ile atladı yaşlıca müşterinin üstüne ve ense tarafı iyice yağlanmış eski ceketin buruşuk yakasından tutması ile yüzünün ortasına kafa patlatması bir oldu. Yaşlıca müşteri hiç beklemediği bu ani saldırı karşısında önce rengi sararmış, yüreğinin atışları hızlanmış ve sendeleyerek sebzelerin olduğu bölüme doğru kaymış, sonra düşmemek için tutunduğu sebzeleri de aşağı doğru çekerek boylu boyunca yere düşmüştü. Aslında Rahmi, alnı ile istediği vuruşu yapamamış yüzü ile yaşlıca müşteriye çarpmıştı. Bundan dolayı onun da canı yanıyordu. Fakat içinden fırlayıp fırlayıp dışarı savrulan öfkenin iğneli kollarına düştüğü için bunun çok azını duyuyordu. Aslında böyle olması Rahmi için daha hayırlı olmuştu. Alnı ile sertçe vurmuş olsaydı, yaşlıca müşterinin yüzü kan çanağına döner, o zaman da bunu gören konu komşu, bütün esnafın gözünde iki paralık olurdu. Şimdiki durum bile etraftakilerin dikkatini çekmiş, fakat yaşlıca müşterinin ayağı kaydığından dolayı düştüğü zannedilmişti. Ne zaman ki Rahmi kenarda, karpuzların önündeki tahta saplı, iri bıçağı eline alınca durumun vahameti o zaman anlaşılmıştı. Rahmi’nin elindeki iri kıyım keskin sivri uçlu bıçağı gören yaşlıca müşteri korkudan altına kaçırmıştı. Nereden bilebilirdi başına bu işin geleceğini? Çarşıda manav kıtlığı mı vardı? Bu olmasın da bir başkası olsundu. Bilseydi hiç gelir miydi? Hele Rahmi’nin elindeki o kocaman bıçak da neyin nesiydi? Delirmişti bu çocuk.

      “Kurbanın olayım evladım! Ocağına düştüm! Beni vurmayasın! Çoluğuma çocuğuma acı!” diye ağzından bölük pörçük sözler çıkardı yaşlıca müşteri. Rahmi yerde sırtüstü boylu boyunca yatan adamın, dediklerini duyduktan sonra hayretler içinde elindeki iri, keskin, ucu sipsivri bıçağa baktı, şaştı kaldı. Bıçağı eline ne zaman ve nasıl aldığını hatırlamıyordu. Yaşlıca müşteri serildiği yerde nutku kurumuş, göz gülleleri yerinden fırlayacakmış gibi kendisine bakıyordu. Elindeki iri bıçağı fark ettikten sonra, Rahmi’nin her yanındaki titreme daha da artmıştı. Bütün öfkesine rağmen, kalkıştığı işin ciddiyetini yeni yeni anlıyordu. Aslında gün boyu içinde artarak biriken öfke en çok Kuru Kafa Celal’e sonra da babasınaydı, fakat kader karşısına bu adamı çıkarmıştı. Ama o da, az şey yapmamış bilemeden bombanın pimini çekerek patlamasına yol açmıştı. Rahmi içinde bulunduğu durumdan dolayı hem öfkeli, elindeki bıçaktan ötürü de şaşkındı. Ne yapacağını bilmez bir hâlde iri bıçaklı elini öne doğru uzattı. Yerde boylu boyunca yatan yaşlıca müşteri, bıçak kalbine saplanmış gibi, yattığı yerde daha bir küçülerek:

      “Ah! Ah! Ah!” diye korkulu sesler çıkardı. Rahmi, içinden “Keşke şu yerde yatan zavallının yerinde Kuru Kafa Celal olsaydı, ne iyi olurdu; gösterirdim gününü o alçağa. Beni görseydi bu hâlde, o da bu zavallı adam gibi çırpınırdı küçülürdü; un ufak olurdu karşımda. Gel yiğitsen, gel erkeksen, gel kaçma derdim ona!” Rahmi heyecandan boş bulunup düşündüğü “Gel erkeksen, gel kaçma!” sözlerini ağzından kaçırıp sesli söyleyince olanlar oldu o zaman. Yerde Rahmi’nin karşısında donup kalmış yaşlıca müşteri, bu sözlerden sonra işinin iyice bitmiş olduğuna kanaat getirmiş olacak ki:

      “İmdat! Yetişin adam kesiyorlar! Yardım edecek bir Allah’ın kulu yok mu?” diye avaz