Emin Göncüoğlu

Genç Rahmi’nin Hikâyesi


Скачать книгу

Geçen cuma sabahı okula giderken caddenin köşesindeki küçük dönerci dükkânının önünde karşılaşmışlardı. Rahmi, Sinem’e karşı duyduğu ilgiyi, onu karşısında görünce hızlı hızlı çarpan yüreğinden biliyordu. Karşılıklı bir tereddütten sonra, ürkekçe merhabalaşmışlar, sonra biraz ötelerindeki okula birlikte yürüyerek gitmişlerdi. Aşırı heyecandan, pek de anlamlı olmayan, birbiriyle ilgisiz şeyler konuşmuşlardı. Bu bile özellikle Rahmi için çok şeydi. Rahmi düşüncelerinden sıyrılarak tuvaletten çıktı. Annesinin hazırladığı kahvaltıyı ucundan kulağından, birazcık yiyerek, odasına gitti. Kısa kollu beyaz gömleğini giydi. İp gibi ince koyu lacivert düz kravatını bağladı. “Bu sıcakta da ceket giyilir mi?” diyerek beyaz gömleğinin uçlarını kemerinin içine soktu ve ceketini giydi. Bugün görecekleri derslerin kitaplarını ve defterlerini geceden hazırlamıştı. Tekrar kontrol etti. Son iki ders edebiyattı. O dersin kitap ve defterlerini diğerlerinin arasına koymayı unutmuştu. Odasına dönüp aldı. Elindeki bir deste kitap ve defteri kahvaltı ettiği masanın kenarına bırakarak boynunda gevşekçe duran kravatını sıkılaştırdı. Mutfağın içinde kirli bir aydınlık vardı. Annesi masanın üstündekileri toplamış, muslukta çay bardaklarını yıkıyordu. Onun yaşlı ve kırışmış yüzüne yandan bakarak sordu.

      “Anne, kravatım düzgün duruyor mu?”

      Yaşlı kadın dönüp ona göz ucuyla baktı:

      “Düzgün duruyor oğlum. Her zaman söylüyorum, biraz erken kalk diye. Hep ucu ucuna yetiştiriyorsun.”

      Rahmi sanki yorgunmuş gibi bir sesle:

      “Anne ne olursun dur! Her gün aynı şeyleri bıkıp usanmadan nasıl söyleyebiliyorsun?”

      “Yanlış mı söylüyorum oğlum?”

      “Yanlış söylüyorsun demiyorum.”

      “E, ne diyorsun öyleyse?” diye sinirli gibi konuştu annesi.

      “Doğru söylüyorsun da, bıkıp usanmadan aynı şeyleri nasıl söylediğini hep merak ediyorum.”

      “Gevezelik etmeyi bırak da işini çabuk bitir. Bak okula geç kalacaksın yine.” dedikten sonra Rahmi’ye yaptığı uyarıyı kendisi dinlemeyerek konuşmaya devam etti:

      “Her sabah bir sürü şey hazırlıyorum, ama boşuna; yiyen kim? Yüzüne bak, bir deri bir kemik kalmışsın! Bunun farkında mısın?”

      “Ben hâlimden memnunum.”

      “Senin hâlinden memnun olman doğru yaptığını göstermez.”

      “Anne siz benden ne istiyorsunuz?”

      “Ne isteyebiliriz oğlum, senin iyiliğinden başka?”

      “Babam ararsa öğleden sonra İlyas’la birlikte kütüphaneye gideceğiz. Yıl sonu yazılı ve sözlü sınavlarımız var. Ders çalışmamız gerekiyor.”

      “Oğlum, ne olursun, babanı üstüme açtırma. Bir de onunla uğraşacak hâlim yok. Okuldan çıkınca dükkâ…”

      “Anne, beni deli etmeyin!” diye bağırdı Rahmi. Ardından, “O kadar gelen gidenin arasında nasıl ders çalışırım anne, beni niye anlamıyorsunuz?”

      “Bana niye bağırıyorsun?”

      Rahmi’ye çıkışan yaşlı kadın sonra bundan vazgeçerek:

      “Ona da acı oğlum. Görüyorsun, artık çok yaşlandı. Eskisi gibi genç değil. Geceleri uyurken, dizlerinin ve kollarının ağrısından inim inim inliyor. Ona da yazık oğlum.”

      ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

      Rahmi annesinin son söylediklerini dinlemeden kitaplarını aldığı gibi kendisini apartmanın karanlık ve kirli merdivenlerinden dışarı atmıştı. Evde, bir arada, ama pek de konuşmadan, birbirlerini dinleyemeden kopuk kopuk yaşıyorlardı. Rahmi öfkeliydi. “Birbirini anlayamadıktan sonra aynı evi paylaşmak ne ifade eder ki?” diye içinden söylendi. Çıkarken acele ettiği için kalem ve silgisini almayı unutmuştu. Ara sokakta gözleri hâlâ uykulu, kendisi gibi okula geç kalmış birkaç öğrenci hızlı hızlı yürüyordu. Okula geç kaldığını düşünerek, kendi kendine kızdı. Saatini kontrol ederek adımlarını açtı. Ara yolları dolanarak ana caddeye ulaştı. Epeyce ötelerde köşedeki küçük dönerci dükkânına, kaldırımda yürüyen insanların arasından bakınca Sinem’i anımsadı. Hafifçe tebessüm ederek heyecanlandı. Sinem’i düşünmek hoşuna gidiyordu. Uzun cadde, çam ve akasya kokuyordu. Havayı derin derin soluyarak içine çekti. Ferahlamıştı azıcık. Caddeyi ortadan ikiye bölen, yaşlı çam ve akasya ağaçlarının arasından okullarının bol güvercinli, kiremitli çatısını görüyordu. İlk iki ders Kuru Kafa Celal’indi. Çok sert ve acımasız bir adamdı. Orta yaşlı ve kısa boyluydu. Güneş yanığı esmer başında döküle döküle neredeyse hiç saç kalmamıştı. Matematik öğretmeniydi. Dersi bağıra çağıra anlatırken öğrenciler nefeslerini tutarak kendisini izlerlerdi. Çocuklar için onunla göz göze gelmek bir iki yaş birden yaşlanmak gibi bir şeydi. Öğrenciler, Kuru Kafa Celal tahtaya bir şeyler yazmasa bile ürkek bakışlarla duvarda asılı tahtayı izlemeyi sürdürürlerdi. Hele oturduğu masadan kalkıp bir şeyler anlatmak için sıraların arasında dolaşmaya başladığı zaman, öğrenciler yerlerinde daha çok siner, âdeta mum kesilirlerdi. Bazı zamanlar bir şey anlatır veya tahtaya bir şey yazarken birdenbire durur, fakat sonra acelesi varmış gibi kararlı adımlarla sıraların arasından geçerek bir öğrencinin önünde dikilirdi. “Kalk ayağa!” diye sesi duyulunca koca sınıf âdeta taş kesilirdi. Bundan sonrasını kestirmek kolaydı çocuklar için. Biraz sonra tık çıkmayan, sessiz ve dili olmayan sınıfın içinde arka arkaya tokat sesleri patlayarak birbirini takip ederdi. Bu durumu göremeyen öğrenciler başlarını çevirip bakamazlardı bile. Bakanların başlarına ne geldiğini ya yaşamışlar, ya görmüşler ya da sohbetlerde dinlemişlerdi. Rahmi, okula geç kalmanın verdiği endişe ile yolda koşar adım yürürken, kulaklarında hâlâ tazeliğini koruyan annesinin sözlerini düşünüyordu. İlk iki dersin. Kuru Kafa Celal’e ait olduğunu hiç aklına getiremiyordu. Pazartesi olduğu için İstiklal Marşı okunmuş, herkes sınıfa girmişti. Okul kapısının önüne nefes nefese geldiğinde koca bahçenin bomboş olduğunu gördü. Geniş kapıdan içeri girdi. Bahçede yapayalnızdı. Ayak seslerinin az çıkması için çaba sarf ederek ürkek adımlarla yürüyordu. Oldukça uzun, taş binanın ortasındaki birkaç basamağı çıkarak binadan içeri girdi. Tam karşısında da Atatürk köşesi duruyordu. Binadan içeri girmeden, merdivenlerden önce burası görünüyordu. Uzun taş binanın içindeki hafif serinlik yüzüne çarpmıştı. Atatürk köşesinin önünden sola doğru kısa, sağa ise epeyce uzun bir koridor uzanıyordu. Sol taraftaki kısa koridorun başında müdür odası, yanında yardımcılarının odası, öğretmenler odası ve kullandıkları tuvalet vardı. Rahmi o tarafa doğru hiç bakmadan, sağ tarafta sınıfların olduğu uzun koridora girdi. O gün nöbetçi olan öğrenci, sınıfların birinden çıkarak hızla yanından geçti. Uzun koridorun sağ tarafına dört beş metre aralıklarla sınıf kapıları dizilmişti. Onların karşısında, okulun arka bahçesine bakan içi kare taşlarla örülü derin pencereler bulunuyordu. Sabah güneşinin parlak ışıkları arka bahçeden süzülerek pencerelerden içeriye vuruyordu. Her pencerenin önünde havadaki toz zerreciklerini parlatarak yere düşen ışık bulutları vardı. İnce uzun koridorda dışarıdan süzülen ışıkların havada parlattığı, pencere sayısı kadar olan toz bulutlarının içinden geçerek ilerliyordu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı kitaplardan birini yere düşürdü. Bomboş olan koridorun duvarlarından yankılanarak çıkan sesten irkildi. Yere düşen kitabını telaşla eğilip aldı. Parmaklarının ucuna basarak yürüyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Sınıf kapısının önüne gelince