tekleyen Şehnaz’a sevgiyle…
BİRİNCİ BÖLÜM
Üstü makilerle kaplı yeşil ve kayalık tepe, uzun ve yüksek bir yay çizerek ötelerdeki vadinin başında son buluyordu. Tepenin eteklerine yayılmış geniş muz, portakal ve greyfurt bahçeleri şimdilerde burada, yani bu küçük köyde yaşayanların en önemli geçim kaynağıydı.
Yemyeşil bahçelerin batısına kümelenmiş, alt katı ahır veya depo olarak kullanılan çoğu iki katlı köy evlerinin önünden ince uzun siyah bir ip gibi geçen kara yolu ta ötelerde bahçelerin derinlerinde gözden kayboluyordu.
Kara yolunun meyve bahçeleri ile bezeli beri tarafında bu bölgenin insanları, diğer yanında yani deniz tarafında çoğu büyük şehirlerden ve soğuk, Kuzey Batı Avrupa ülkelerinden gelen ve bir kısmı devamlı kalan insanlar yaşıyordu. Köylülerin barındıkları evler ne kadar basit ve mütevazı ise, asfaltın diğer yakasında yaşayan yazlıkçıların ve yabancıların evleri de o kadar albenili ve şatafatlıydı.
Düzenli, tertipli çiçeklerin, ağaçların, yemyeşil çimenliklerin süslediği önlerde gösterişli villaların arkalarında da dört, beş katlı apartmanların bulunduğu siteler yan yana dizilmiş sahil boyunca göz alabildiğince uzanıyorlardı.
Sahille sitelerin arasına sıkışmış upuzun yürüyüş yolu, gerilerden gelip ileride çam ağaçlarının arasından küçük koyu dolanıp, iri kayaların üstünden atlayarak gözden kayboluyordu.
Çoğu zaman hırçın dalgaların dövdüğü esintisi hiç eksik olmayan iri kayaların oluşturduğu burnun gerisindeki Zeytinli Koy, parıltılı turkuaz renkli görkemli denizin tersine, rengini çevresindeki yüksek çam ağaçlarından aldığı koyu yeşil hâliyle her zamanki gibi kendisini seyreden insanlara mutluluk veriyor ve çok huzurlu görünüyordu.
Erken suya girmeyi seven sekiz, on kişinin ve demirlemiş yedi, sekiz motorlu küçük teknenin dışında deniz bomboştu. Evlerin önlerinde, çimenlerin arasına yayılmış, ağaçların gölgelediği kenarlarını çiçeklerin süslediği sevimli yürüyüş yollarında henüz kimseler yoktu. Geniş güneşliklerin ve ağaçların altındaki şezlonglar, onların yanındaki plastik sehpalar dağınık hâlleri ile bir önceki günün izlerini taşıyorlardı.
Hava nemliydi ve az da olsa sabah serinliği vardı. Uzun kumsallı sahilin gerisinden, renk renk çiçeklerin ve yeşil yapraklı ağaçların üstünden Zeytinli Koy’a baktım. Uyku mahmuru yorgun gözlerimi, turkuaz renkli denizin üstünde, ince, uzun; on beş, yirmi santim yüksekliğinde beliren yumuşak dalgaların ve beyaz köpüklerinin sahilde eriyip yok olmasında dinlendirirken, bulunduğum balkona arkadaki asfalt yoldan geçen taşıtların ve sahilde eriyip kaybolan dalgaların sesleri geliyordu.
Yandaki sitenin ayağı şortlu, başı hasır şapkalı, çakır gözlü, yanık tenli görevlisi Cezmi göründü ve eline aldığı uzun sarı hortumla bahçede ne var ne yok sulamaya başladı. Arada bir elindeki hortumu çimenlerin üstüne atarak, yerden kaldırdığı bir şeyleri en yakınındaki çöp kovasının içine attıktan sonra çiçeklerin, çimenlerin, lükstürümlerin, ağaçların diplerini sulamaya devam ediyordu.
Yaşlı bir kadın tasmasının kayışından tuttuğu sevimli beyaz bir köpekle yürüyüş yolunda ağır adımlarla ilerliyordu. İnsanların yalnızlığını köpeklerle paylaşması ne acı! Sonra onların peşinden orta yaşlı bir kadınla bir erkek göründüler. Yürürken arada bir duruyorlar, konuşmalarına öyle devam edip tekrar yürümeye başlıyorlardı.
Balkonda durmaktan sıkıldım ve içeri girdim. Salondaki kitaplığın önüne geldim, kitaplara baktım. Bazılarını çıkarıp sayfalarını karıştırıp tekrar yerine koydum. Kitaplığın köşesinde, oğlum Reha’nın karısı Naşide ile evlenmeden önce, yeni evliyken ve daha sonra çeşitli yerlerde çekilmiş fotoğraflardan oluşan bir köşe yapmıştı Esma. İçimden taşan bir hüzünle onlara baktım… Şimdi fotoğraf çektirmiyorlar artık, bunlar da eskiler… Mutsuz olduklarını biliyorum fakat elimden hiçbir şey gelmiyor ki.
Can sıkıntısıyla salondaki pencere camının önüne geldim. Yan sitenin bahçıvanı Cezmi elindeki tırmıkla çimenlerin üstünü iyice tarıyor, bir köşeye biriktirdiği çer çöp yaprak ne varsa iki avucuyla iyice desteledikten sonra götürüp çöp kutusuna atıyordu. Bizim sitenin bahçıvanı, bekçisi, her şeyi Nazmi henüz etrafta görünmüyordu. Nazmi biraz tembel biraz geveze olsa da site sakinleri onun sempatik, cana yakın tavırlarına yıllardır alıştıkları için yönetici Hayri Bey’in zaman zaman sinirlenip onu işten çıkarma teşebbüslerine karşı koyarak buna izin vermiyorlardı.
Göz kamaştırıcı ışıklarını denizin geniş yüzeyinde boylu boyunca parlatan güneş, ufuk çizgisinden biraz daha uzaklaşarak yükselmişti. Güneşin parlaklığına ve ısısına daha fazla dayanamayarak pencerenin önünden ayrıldım. Fakat ne yapacağıma bir türlü karar veremeyip salonun ortasında öylece bekliyordum. Bir süre arkamdan vuran güneşin oluşturduğu önümdeki gölgeme baktım. Kafamı kaşıdım, gölgemde kafasını kaşıdı. Ellerimi belime dayayıp başımı sağa sola çevirerek etrafı seyrettim. Ben ne yaparsam gölgem de aynısını yapıyordu. Ben hareketsiz durduğum için şimdi hareketsiz duran gölgeme bakıp, hayatın aslında anlayamadığımız fakat onlara alıştığımız için, anladığımızı zannettiğimiz bir sürü tuhaf şeyle dolu olduğunu düşündüm ve gölgemle birlikte mutfağa yürüdüm. O kayboldu ben buzdolabının kapısını açtım. Meyve bölümünden irice bir şeftali çıkarıp dilimleyip yedim. Mutfağın penceresinden görünen arkadaki evleri, uzaktaki köyün gerisinde kalan ve üstü makilerle kaplı tepenin bir kısmını eğilerek seyrettim.
Mutfağın küçük balkonuna çıktım, dışarıdaki çam ve iyot kokulu, nemli, temiz havayı derin derin içime çekince başım döndü. Düşmekten korktuğum için balkonun korkuluk demirlerine tutundum. Bir süre öylece bekleyip eski hâlime döndükten sonra evin içindeki sessizliğe daldım. İnce koridoru yürüyerek yatak odasına yöneldim. Bir süre kapıda durdum. Karımı, yani Esma’yı izledim. O kadar derin uyuyordu ki, odaya girişimi, sessizce yanına uzanışımı, bir süre beyaz tavanı seyredip birbiriyle ilgili, ilgisiz bir sürü şey düşündükten sonra yanından kalkışımı hiç fark etmedi bile.
Artık hayat onu daha fazla telaşlandırıyordu. Fakat buna çare bulmanın imkânı var mıydı? Hem tek sebep bu da değildi. Oğlumuz Reha’daki huzursuzluktu. Reha eski Reha değildi; çok değişmişti… Şimdi bütün enerjisini Reha’yı düşünerek yok ediyor, kendi kendini yiyip duruyordu. Odadan çıkmadan yüzüne baktım, gergin bir ifadeyle uyuyordu. Ona bakmak beni de geriyordu. En iyisi denize gidip yüzmek biraz olsun kötü düşüncelerin etkisinden kurtulabilirsem rahatlamaktı.
Banyoya girdim askıdan mayomu alıp giydim. Deniz havlumu alarak aşağıya indim. Site görevlimiz Nazmi ile karşılaştım. Çöp kovalarını boşaltmakla uğraşıyordu. Selamlaştıktan sonra havlumu bir şezlongun üzerine bıraktım ve Orhan’ın sahile terk edilmiş, römorkuyla birlikte çürümeye yüz tutmuş kayığının yanından sahile inip denizin kenarına geldim. Kumsal yumuşak, su ılık, deniz parıltısıyla göz kamaştırıyordu.
Ayaklarıma çarpan küçük dalgaların üstünden geçerek, berrak suyun içinde sağa sola doğru hızla yüzen küçük balık gruplarını izledim. Su bedenimi ipeksi yumuşaklığı ile omuzlarıma kadar sarınca, dönüp sahilden ne kadar uzaklaştığıma baktım. Elinde çöp kovaları ile gidip gelen Nazmi’yi ve evimi seyrettim.
Küçük balıklar sanki beni takip ediyormuş gibi etrafımda dolanıp durmaya, fırsat bulunca da orama burama, parmak uçlarıma ufak ısırıklar atıp beni gıdıklamaya çalışıyorlardı.
Başımı suya batırdım ve suyun uyarıcı serinliğini vücudumun her yanında hissettim. Sonra dışarı çıkardığım başımdan süzülen suları elimle sildim. Dudaklarımın kenarlarındaki tuzun tadını aldım. Açıklara doğru bir süre yüzdüm. Fakat sahilden epeyce uzaklaştığımı düşünerek endişelenip yüzmeye başladığım noktaya geri dönerek sahili izlemeye devam ettim.
Yürüyüş yolundaki çam ağaçlarından birinin gölgesinde başındaki tablasıyla dinlenen, on beş, on altı yaşlarındaki simitçi çocuğa baktım. Sonra simitçi çocuk simit isteyenler için sitelerin bahçelerine girip çıkarak epeyce uzaklaştı ve Zeytinli Koy da gözden kayboldu.
Benim gibi erkenci, iki orta yaşlı kadın başlarındaki güneş şapkaları ile konuşarak denize girdiler ve yavaş yüzerek bir hayli açıldılar. Gerçi bizim