bir duvarını boydan boya aynayla döşemişlerdi. Limonatamı beklerken, aynada sararmış, solmuş, yer yer kırışmış yüzümü görünce bu ben miyim, diye bir tuhaf oldum.
Biz şununla bununla uğraşırken zaman su misali akıp gitmişti. Gençlik başlı başına bir güzellik; yaşlılıksa mutsuzluklar, hastalıklar durağı… Neden bir trajedi ile biter ki insanın hayatı?
Reha’nın numarasını iki defadır yanlış arıyorum. Aynada aniden yüzleştiğim yaşlı, yorgun, zavallı görüntüm zaten pek de berrak olmayan zihnimi karıştırmıştı.
Reha uzun bir beklemeden ve ısrarımdan sonra açtı telefonu. Çok meşgul olduğunu beni akşam arayacağını söyledi.
“Geliyorum diyorsun sonra da fikir değiştiriyorsun.” diye sitem ettim. Fakat o duymazlıktan geldi.
“Tamam, ben seni ararım.” dedi ve telefon kapandı.
Yüzüme şiddetli bir yumruk yemişim gibi sarsılmıştım. Reha’nın sesi o kadar kuru ve duygusuzdu ki bu içimden bir şeylerin kopmasına yol açmış, beni yormuştu. Bir süre öylece kalakalmıştım karşımdaki aynanın içinde. Kendimden, zihnimdeki kötü ve çirkin düşüncelerden kaçıp kurtulmak ister gibi bir duygu içindeyim. Bir ses, o sesin tınısı, küçük bir davranış insanı nasıl olup da içinden çıkılması mümkün olmayan bir kuyuya savurabiliyordu daha iyi anlıyordum.
Ben, Reha’nın bana az şey söyleyerek, ruhumda çok şeye yol açtığı fırtınayla boğuşurken, dışarıda taşıtlar ve insanlar bitmek bilmez bir enerji ile hareket hâlindeydiler.
Küçük pastaneden dışarı çıktığımda etrafımdaki her şeye yabancıymışım gibi bakıyordum. Karşıdan gelen ve yürümekte zorluk çeken beli iki büklüm olmuş, her tarafı titreyen, yüzü kırış kırış, elindeki bastona güçlükle dayanan yaşlı kadını görünce, hayatın hepimize karşı çok acımasız olduğunu düşündüm.
Gücümün büyük bir bölümü toprağa karışıp yok olmuştu sanki. Bu hâlde elektrik ve su parasını yatırdım. Esma’nın istediklerini aldım ve yazlığa döndüm.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Ev sessizdi ve kimse yoktu. Balkona çıktım ve Esma’nın eve dönmesini bekledim.
Deniz kalabalıktı. Bahçede gözlerim Esma’yı aradı fakat yoktu. Bu sıcakta şezlonglarda bronzlaşmak için çabalayan, gençlere, kadınlara, erkeklere, masalarda okey, tavla oynayan veya konuşan insanlara baktım. Ankara’yı özlediğimi fark ettim. Ne gariptir ki oradayken de bütün bir kış boyu buranın hayali ile yaşıyordum. Gözlerim etrafta isteksizce gezerken telefonda arayan bir arkadaşla gönülsüzce çene çaldım. Telefonda konuştuklarımın hiçbirini hatırlamıyordum. Güneş denizin üstünde parlak ışıkları ile oyun oynarken ne yazık ben buna eşlik etmekten çok ötelerdeydim.
Esma yukarı çıkıp börek götürdüğü boş cam tepsiyle içeri girerken, ben salonda oturmuş, televizyondan dün Ankara’da patlayan bomba ile ilgili haberlerin detaylarını tekrar tekrar izliyordum. Esma göz ucuyla bana bakarak mutfağa geçti.
Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Meclis Başkanı’nın, Genel Kurmay Başkanı’nın olaydan duydukları üzüntüleri, terörle kararlılıkla mücadele azmi içinde olunacağı, Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu, çağdaş, laik, demokratik cumhuriyetin ilelebet yaşayacağı, memleketimizin bölünmez bütünlüğüne zarar vermek isteyen alçakların yaptıklarının hesabının mutlaka sorulacağını, içte ve dışta bunlara yardım ve yataklık edenlerin en ağır ceza ile cezalandırılacağı gibi yıllardır dinlemekten usandığımız beylik sözler söyleniyordu televizyonda! Sorunlarımızı çözmekte yeteri kadar becerikli değildik sanırım!
Ağlayan ölü ve yaralı yakınları, etrafa savrulmuş ve üstü gazete parçaları ile örtülü insan bedenleri, yanmış, parçalanmış otomobiller, sağa sola koşan insanlar, polisler, yaralı taşıyan ambulanslar, iş yerlerinin havaya uçmuş vitrinleri, yanmış eşyaları, yıkılmış duvarlar, pencereler, cam kırıkları bir savaş sahnesinden beterdi ve seyredilecek gibi değildi.
Bu yorgun, hırpalanmış ülkeye bahar gelir mi acaba? Ben bunu ölmeden önce görür müyüm?
Esma’nın,
“Yeter, baktın o haberlere!” dediğini duyunca irkildim, kalktım kapattım televizyonu. Mutfağa onun yanına gitmeyi düşünürken nedense balkona çıkıp sandalyelerden birine oturdum.
Güneş arkadaki köyün gerisinde kalan, yüksek tepelerin arkasına kaymış olsa da kızıl ışıkları, ufuk çizgisindeki denizle gökyüzünü al rengine boyayarak birbirine karıştırmıştı. Sarı renkli bir sürat motoru peşinde beyaz köpükten izler bırakarak denizin içinde oyun oynuyor, bir o yana bir bu yana dalgaların üstünde zıplayarak gidip geliyordu.
Site yöneticimiz Hayri Bey, Emekli Öğretmen Muzaffer Bey, Müteahhit Mehmet Bey, Emekli Hâkim Raşit Bey ve Almanya’da işçi olarak çalışan Nurettin Bey’le denizden çıkmış, konuşarak, duşlara doğru ağır ağır geliyorlardı.
Çimenlerin üstünde oynayan çocukları, çoğu tanıdık, şezlonglarında güneşlenenleri, ağaçların gölgesindeki masalarda oyun oynayıp çene çalanları, bahçenin köşesine kurduğu ocaktan insanlara çay yetiştirmeye çalışan Nazmi’nin karısı Şerife’yi, onun berisindeki, etrafı açık bez çadırın altında hamur açıp peynirli, patatesli gözleme pişiren, neredeyse seksenine dayanmış ama çalışmaktan ve hayattan vazgeçmeye niyeti olmayan, Nezire Nine’yi ve gözlemelerinin pişmesini sabırsızlıkla bekleyenleri izledim.
Esma balkona yanıma gelince, ilgisizce ona baktım. Sabaha göre daha iyi görünüyordu. Geçip karşımdaki sandalyeye oturdu. Bir müddet hiçbir şey konuşmadan birlikte izledik çevreyi. Böyle sessiz ve sakinmiş gibi görünsek de zihnimizin içi fokur fokur kaynıyordu.
Nezire Nine’nin pişirdiği gözleme kokuları, denizden esen nemli ve yosun kokulu rüzgâra karışarak burnuma kadar geliyor, öğlenden beri hiçbir şey yemediğim için açlığımı tahrik ediyordu.
“Ne zaman geldin?” dedi Esma sorgulayıcı bakışlarını yüzümde gezdirerek.
“Bir saatten fazla oldu.”
“Kasaba sıcak mı?” dedi öylesine laf olsun diye.
“Burası gibi…”
“Ya Reha?” dedi esas duymak istediklerini sabırsızlıkla beklerken.
Ne desem ki? Şerife yaşından ve kilosundan beklenmeyecek bir çeviklikle elindeki küçük tepsinin içinde isteyenlere çay götürüyor, boşalan bardakları çay ocağının yanındaki evyenin içinde deterjanlayıp özenle yıkıyordu.
Akşam güneşi arkadaki tepelerin gerisine iyice kayınca, önümüzdeki denizde, sitelerin önünde uzanan süslü bahçelerdeki ağaçlarda, çiçeklerde, çimenlerde ve insanların üstünde huzurlu bir gölge belirmişti.
Nasıl tepki vereceğini bilmediğim için, daha doğrusu ürktüğüm için Esma ile konuşmaya çekiniyordum.
İnsanlar ve özellikle yaşlılar birer ikişer denizden çıkıp duşlara doğru gelmeye başlamışlardı. Emekli Hâkim Raşit Bey, emekli İngilizce öğretmeni karısı Leyla Hanım elinde siyah paletleri, tanımadığım iki genç hanımla konuşarak denizden çıktılar. Esen rüzgârdan üşüdükleri hâllerinden anlaşılabiliyordu.
Esma’ya baktım oturduğu yere âdeta çökmüş ve somurtmuş bir yüz ifadesi ile diyeceklerimi bekliyordu.
“Çocuğun işi başından aşkın, bizi akşam arayacağını söyledi.”
“Başka bir şey konuşmadınız