Emin Göncüoğlu

Kayıp Kuşlar Sahili


Скачать книгу

doluydu. Nazım’la yürürken doğru düzgün bir şeyler konuşmak bir yana kalabalıktan dolayı yan yana yürümekte bile zorluk çekiyorduk.

      Dün akşam ararım dememe rağmen babamı arayamayışım iyi olmadı. Bir ara onlar ben aramayınca ararlar diye düşündümse de onlar da oralı olmadılar…

      Zihnimin içindeki kargaşayla dış dünya arasındaki bağ, çoğunlukla kopuyor, kendi iç âlemime dalıyordum. Bu durumdan kısa bir an için bile olsa çıkmamaya yanımdan geçen bir aracın korna sesi, ya da Nazım’ın kolumu yumuşakça sıktıktan sonra tam olarak ne anlattığını dinlemediğim sözleri sebep oluyordu.

      Bir ara Nazım’ın,

      “İnanılır şey değil, bir boş taksi geçmedi hepsi dolu!” dediğini duydum ve dönüp ona baktım. Fakat sesimi çıkarmadım ve yanında sessizce yürümeye devam ettim.

      Kaldırımda yürüdüğümüz caddenin bağlandığı çok daha büyük bir caddeye çıkınca,

      “Karşıya geçelim.” dedi Nazım. Sesi gergin geliyordu.

      Kalabalığın arasında acıkanlara simit satma telaşındaki simitçinin hızlı hareketlerine bakarken,

      “Otobüs durağına mı?” dedim, düşüncelerini okumaya çalışırken.

      “Evet, İstanbul’un hâli bu işte. Akşam olunca git bakalım bir yerden bir yere gidebilirsen!” dedi başkalarından da yüzlerce, binlerce kez duyduğu bu alışılmış sözleri söylemenin rahatlığını severek.

      Peş peşe birbirlerini tepelemek istercesine homurdanan sayısız araç, Şişli yönünden gelip Zincirlikuyu istikametine doğru gitmek için sabırsızlanıyorlardı. Egzozlarından çıkan zehirli dumanlardan genzim yanıyordu.

      Kestirme olsun diye ilerideki trafik ışıklarından değil araçların arasından, biraz da tehlikeli bir şekilde karşıya geçtik.

      Toplu taşıma araçlarının içindeki insanlar bireyselliklerini yitirerek koca bir et yığınına dönmüş gibi görünüyorlardı. Taksim yönüne giden uzun, körüklü bir belediye otobüsü inleyerek kapılarını önümüzde açınca Nazım’la birlikte bu fırsatı kaçırmadık ve “Nereye geliyorsunuz!’’ der gibi kendimizi suçlu hissettiren bakışlar altında daldık et yığının içine…

      Kapanmayan kapıların kapanması için yorgun fakat tehditkâr olan şoförün uyarıları, otobüsün içinin her yanını kaplamış koca et yığınını bir milim dahi olsa kımıldatmaya yetmeyince, kapılara asılanlar öfkeli sesler çıkararak aşağıya atlamaya başladılar da hareket edebildik.

      Taksime ulaştığımızda ezilmiş sebzeler gibiydik. Fakat boğucu insan kokusundan kurtulup akşamın ferahlatıcı serinliği ile karşılaşmak iyi gelmişti.

      Her zaman çok severek yürüdüğüm Taksim Meydanı’nı geçip İstiklal Caddesi’ndeki eğlenceli kalabalığın arasına karıştık. Meraklı turistlerin, heyecanlı öğrencilerin, birbirine sarılmış yürüyenlerin, ayyaşların, serserilerin arasında onlarla birlikte ilerleyerek Çiçek Pasajı’na ulaştık. İstiklal Caddesi’ne bakan yüksek, süslü, geniş kapısından içeri girince arkamızda kalan dünyayı unutuverdik.

      Yağda yanmış mısır ununa karışarak burnumuza çarpan anason kokusu bizi hemen baştan çıkarmaya yetmişti.

      Batılı ve Uzak Doğulu paralı turistler, zengin meze ve yiyeceklerle donattıkları masalarında bira veya rakılarını yudumlayıp şen kahkahalar atarken, bizimkiler ise alkole yatırdıkları zihinlerinin tatlı gevşekliği içinde koyu sohbete dalmışlardı ya da henüz acemiliklerini üzerlerinden atamadıkları için etraflarını şaşkınlıkla izliyorlardı. Yalnız olanlarsa her zaman olduğu gibi umursamaz ve boş boş bakıyorlardı.

      Müşterinin hâlinden, dilinden anlayan konuşkan usta garsonlar kendi yerlerine bizi çekmek için hünerlerini göstermeye başladılarsa da Nazım bu akşam kendi bildiği meyhaneye götürdü beni.

      Tabaklara değen çatal bıçak şakırtıları, insan konuşmalarının, kahkahalarının arasına karışarak yayılıyordu her tarafa. Midye tava, fasulye pilaki yemeyi canım çok çekti bir an. Nazım,

      “Dışarısı daha iyi olmaz mı?” diye kendi kendine konuşsa da beni beklemeden nedense içeride cam kenarındaki masalardan birine kuruluverdi acelesi varmış gibi. Sonra yüzüme baktı herhangi bir itirazım var mı diye.

      Ne itirazım olabilirdi ki, onun peşinden nereye olsa sürüklenebilirdim. Yılgındım, yorgundum… Dışımdaki dünyayı gittiğim bir sinemanın perdesinde izler gibiydim. Hem oradaydım hem değildim. İki farklı duyguyu iki farklı hayatı aynı anda yaşıyordum sanki.

      Nazım’ın karşısına geçip otururken o, gözlerini dışarıdaki eğlenceli, konuşkan kalabalığın üstünde dolaştırdıktan sonra bakışlarını benden hiç ayırmadan,

      “Hey iyi misin?” dedi.

      Nazım’a şimdilik bir şey demeyerek her şeyi içime gömecektim. Hem ona ne desem ki? Kötüyüm, midem bulanıyor, başım ağrıyor, ruhum yerlerde sürünüyor, bu dünya ne rezil bir yer! Ben ne biçim bir adamım? Kendimden, yaptıklarımdan hiç hoşnut değilim! Bunları mı desem? Fakat konuşup rahatlamayacaksam boşuna mı geldim buraya?

      “Yok bir şeyim!” dedim benim bile hoşlanmadığım bir sesle. Nazım kendinden, her şeyden memnun bir edayla,

      “Neden huzursuzsun arkadaş? Dök içini rahatla, niçin sıkıyorsun kendini?” dedi.

      Nazım sanki daha başka sözler söylemeye de hazırlık yapıyordu ki, yanımıza şişman, kırk, kırk beş yaşlarında gösteren, saçları tepesinde iyice seyrekleşmiş şef garson geldi.

      “Hoş gelmişsiniz Nazım Bey, nasılsınız?” dedi.

      “Hoş bulduk, sen nasılsın, mezeler iyi mi?”

      “Çok iyi, yani her zamanki gibi.”

      Nazım, yüzüme ne isteyelim der gibi bakıyordu. Ben içimdeki bataklığa gömülmüş oradan bir türlü çıkamıyordum. Sessiz kaldığımı gören şef garson,

      “Ben meze tepsisini getireyim, siz oradan seçin. Ne içersiniz?” dedi.

      Nazım yüzüme bakarak,

      “Ellilik rakı…”

      Pasaj’ın İstiklal Cadde’sine bakan ön kapısından girip, masaların ortasında kalan yolu aheste adımlarla geçerek yürüyen, yandan balık pazarına açılan kapıya doğru ilerleyen veya o yönden gelen insanlara baktım ilgisizce. Fakat hepsinin birbirine benzeyen veya benzemeyen hikâyeleri olmalıydı diye düşündüm, kendi düşüncelerimden kaçmak istercesine.

      Nazım benim sessizliğimden sıkılmış gibi o kadar derin esnedi ki bir an başını masaya dayayıp uyuyacakmış hissine kapıldım. Gözlerinden gelen yaşları masanın kenarında duran peçetelikten aldığı peçetelerle iyice sildi.

      “Yorgun musun?” dedim.

      “Yo, aslında sayılmam, fakat gece geç yattım biraz, birden rehavet bastı.” dedi.

      Şef garsonun getirdiği rakıya, yanında koyduğu buz kovasına, genç garsonun masaya doğru uzattığı meze tepsisine bakarken aklım Naşide’den bir türlü kopamıyordu. Yaşadığımız yorucu saçma sapan şeyler kare kare canlanıyordu zihnimin içinde ve ben buna bir türlü engel olamıyordum.

      “Rakıya yakışır şeyler seçelim ha istersen!” dedi Nazım.

      “Kavun güzelse bırak. Midye tavanız var mı?” dedim yoksul bir hayat yaşadığı her hâlinden belli, fakat işini yaparken kendinden epeyce emin olan şef garsona.

      “Olmaz