Emin Göncüoğlu

Kayıp Kuşlar Sahili


Скачать книгу

çıkarım.” dedim.

      “Getireceklerini bir kâğıda yazacaktım.” dedi kendi kendine söylenerek

      “Unutmam ama sen yine de yaz.” dedim.

      “Geçen defa yazmadım diye istediklerimin yarısını getirmedin.”

      Esma içindeki mutsuzluğu yüzünde iyice belirginleştirerek masadan kalkarken ben çatalın ucuyla önümdeki tabağın içindeki siyah zeytin taneleri ile oynamaya devam ettim. Gayesizce bir süre ön balkonda çevreyi seyrettikten sonra yatak odasına gidip giyindim. Sağlık karnemi şortlarımdan birinin arka cebinde bulunca sevindim. Kimliğimi, cebimdeki parayı, banka kartını kontrol ettim.

      Koridora çıktığımda Esma’nın beni dış kapının arkasında somurtmuş, elinde küçük bir kâğıtla beklediğini gördüm. Onun o hâli içimi acıttı. Oysa yeni evlendiğimizde ne kadar parlak, canlı ve neşeli bir yüzü vardı. O zaman en küçük şeyden olumlu, mutlu olunacak bir şey çıkarır hem kendisini hem de beni sevindirirdi. Ya şimdi, dünyaları versen umurunda değil…

      Ayakkabımı giymeden önce elinde, getirmemi istediği şeyleri not aldığı küçük kâğıdı almak isterken, vermek istemezmiş gibi geri çekilip, solgun ve gergin yüzünün ortasındaki yorgun, yılgın gözlerini gözlerime dikerek, insanı suçlu hissettiren bir ses tonuyla,

      “Reha telefon açtı gelemeyeceklerini söyledi.” dedi. Şaşırdım durakladım ve içimde anlaşılması zor bir kargaşa hissettim.

      “Ne zaman aradı?” dedim.

      “Dün gece sen uyurken.”

      “Peki, daha sonra mı geleceklermiş?”

      “Hayır hayır Urla’ya gideceklermiş, ama yalan söylediğini sezdim.”

      “Ne varmış canım Urla’da? Hem daha geçen sene oraya gitmediler mi?”

      “Ona kalsa gelmek ister de neyse şimdi konuşmayayım yine.” dedi Esma hınçla.

      Bu çocuğun bir dediği diğerini tutmuyor. Fakat aslında Esma haksız sayılmaz. Gelmek istemeyen Reha değil karısı. Yoksa insan bir yıldır görmediği, sadece telefonda o da ayda bir iki cümle konuştuğu anne ve babasını neden görmek istemesin ki? Esma Reha’nın karısını kastederek,

      “Çok inatçı kör olası çok…” dedi çaresiz bir sesle.

      ‘‘Hah sanki çok meraklıyım da seni görmeye!” diye sonra ekledi.

      “Bir de ben görüşeyim Reha’yla, annen geleceksiniz diye o kadar sevindi, hazırlandı derim. Sen merak etme e mi? Ver şu kâğıdı da gideyim.”

      Esma çaresizce ama umutla yüzüme baktı.

      “Konuş şununla.” dedi sanki ne dediğinin farkında değilmiş gibi. Fakat alttan alması içimi biraz olsun ferahlatmıştı.

      “Patatesli börekten bir dilim ayır olur mu?” dedim. Fakat ne söylediğimi anlayıp anlamadığından çok da emin değildim.

      Ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu görebiliyordum. Onu biraz olsun rahatlatmak için, yer yer kırışmış, parlaklığı gitmiş ılık ve yumuşak yanağını, alnını okşadım.

      “Evet, konuş yoksa hiç affetmeyeceğim!”

      “Tamam canım! Sen şimdi üstünü değiştir, sahile in biraz yürü, sonra denize gir. İnan bana ne kadar iyi geldiğini göreceksin.” dedim.

      İsteklerini yazdığı küçük kâğıdı yavaşça elinden alırken o boş boş yüzüme bakıyordu. Kapıyı açıp dışarı çıktığımda ter içinde kaldığımı fark ettim. Sol arka cebime koyduğum mendilimi almak istedim, yerinde yoktu. Esma yıkarken çıkarmış olmalı. Geri içeri girmeye cesaret edemedim. Can sıkıntısıyla avucumun içiyle alnımı, boynumu silmeye çalıştım.

      Karşı komşumuzun, kapısının yanına bıraktığı plastik çöp torbasından, ekşimiş, pis kokulu sıvı sızmıştı yere. İçimdeki sıkıntı daha da arttı.

      ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

      Merdivenlerden acele etmeden, dikkatlice aşağı indim. Dengem yerinde değildi ve sersem gibiydim. Geçen gün acele indim de düşüp bir tarafımı kırmaktan son anda kurtuldum. Ucunda yatak yorgan yatıp rezil olmak var. En iyisi dikkatli olmak, ne gerek var aceleye?

      Apartmandan dışarı çıkınca, havuz başında genç yöneticimiz Hayri Bey’le konuşan tanımadığım iki kişi gördüm. Yanlarına yaklaşınca merhabalaştık. Nazmi’yle karısı Şerife de geldiler. Havuzun arıtmasında bir sorun varmış onu öğrendim ve yoluma devam ettim.

      Sitenin yayalar için ayrılmış küçük demir kapısından kara yoluna çıkıp otobüs beklemeye başladım. Sabah olmasına rağmen sıcak ve nemli hava insanın nefes almasını zorlaştırıyordu.

      Araçlar sağlı, sollu yıldırım hızıyla geçiyorlardı önümden. Beklemekten sıkılınca ileri, geri gidip gelirken bir yandan da beni kasabaya götürecek olan otobüsü kontrol ettim.

      Daha önce görmediğim, gri metalik renkli lüks bir araç çıktı ağır ağır sitenin geniş kapısından, sonra da hızla önünde giden araçların peşine düşüverdi.

      Beklemekten hem sıkılmış hem de yorulmuştum. Uykum geldi; geri dönüp evde uyumak istedim. Fakat bu çok saçma olurdu ve ayrıca Esma’dan da çekiniyordum. Derin derin esnerken, başımı dik tutup uyanık durmaya çabalarken gözlerimi ovuşturdum.

      Askılı bluzlu, kısa şortlu, alımlı güzel bir kız az önce salınarak ve güzelliğinin, gençliğinin tadını çıkararak yürüyüp geldi. Yolun kenarında, sabah rüzgârında uçuşan sarı saçlarına aldırmadan, kibarca arabaların geçişini kontrol ettikten sonra, son derece çekici hareketlerle gözden kayboldu.

      Beni kasabaya götürecek otobüs hızla gelen araçların gerisinde belirince, üstümdeki miskinlik kaybolur gibi oldu. Yolun kenarına iyice yaklaştım ve önümde duran açık kapıdan kendimi içeri attım. Boş bir yer bulup oturdum. Biraz yola baktıktan sonra uyumuşum. Kasabaya yakın bir durakta otobüs yolcu indirirken uyandım. Hep yaptığım gibi ceplerimi kontrol ettim yere bir şey düşürmüş müyüm, diye. Hepsi yerli yerindeydi.

      Güneş enerjili, çanak antenli, üst üste yığılmış çirkin yapıları geçmeye başladık bir bir. Hayli kalabalıklaşan yoldaki trafik telaşını seyrettim. Etraftaki sevimsiz yapıların duvarlarına ve pencere camlarına vuran güneş ışıkları insanın gözlerini alıyordu.

      Akaryakıt istasyonlarını, lüks otelleri, mobilya mağazalarını, market ve lokantaları peş peşe geçtik. Boğaziçi Üniversitesinin şöhretinden yararlanmak için adını Boğaziçi koyan dershanenin önündeki durakta indim. Oradan sahile doğru yürüdüm. Belki bir çay bahçesinde oturup bir kahve içer biraz dinlenirdim.

      Ara yollardan dolaşarak küçük pastane, bakkal, internet kafe, manav, kundura tamircisi, kırtasiye, berber gibi iş yerlerinin önünden geçerek sahile ulaştım. Mavi deniz bütün haşmetiyle karşımda duruyordu.

      Önümdeki büyük ikili yolu atlayarak, yemyeşil çimenliklerin içinde boy veren ağaçların altından, sevimli süs havuzlarının yanından geçtim. Bir süre büyük bir kauçuk ağacının geniş koyu gölgesinde soluklanırken, ufuk çizgisinde hareketsizmiş gibi duran dev bir yük gemisini, daha berilerde salınan balıkçı teknelerini seyrettim.

      Ellerini birbirinin beline, dolamış genç âşıkların, yabancı turistlerin, yürüyüş yapanların bisiklete binenlerin, başıboş gezen işsiz ve emeklilerin yanından geçerek denizin tam kenarına geldim.

      Rüzgârların kabarttığı hırçın dalgaların büyük