Emin Göncüoğlu

Kayıp Kuşlar Sahili


Скачать книгу

yerinden fırlamış, bir koşuda içeri dalmıştı. Gözlerim batan güneşin etrafta oluşturduğu hüzünlü fakat huzurlu görüntülerin üzerinde dolaşırken aklım onunla birlikte içeri uçmuştu.

      Esma seslenince irkildim. Yerimden doğrulup içeri girdim Elindeki telefonu sinirli sinirli sallayarak yüzüme doğru uzattı ve,

      “Muzaffer Bey seni istiyor!” dedi. Oysa o Reha diye koşmuştu telefona…

      Emekli Öğretmen Muzaffer Bey, yemekten sonra arkadaşlarla aşağıya çay içmeye, oyun oynamaya inileceğini, beni de beklediklerini, söyledi. Ben de, bugün kasabaya gittiğimi ve kendimi yorgun hissettiğimi fakat biraz dinlendikten sonra belki gelebileceğimi söyledikten sonra telefonu kapattım.

      Durduğum yerden balkona baktım, döndüm mutfağa girdim. Esma’yı göremedim. Evin kuytu köşelerine gölgeler yerleşmişti. Loş koridoru geçtim. Işığı yaktım, nefes alıp verişlerimden, ayak tıkırtılarımdan ve banyodaki musluktan kovanın içine şıp şıp diye damlayan asap bozucu su sesinden başka ses yoktu içeride.

      Yatak odasına yöneldim, kapıda durdum baktım. Geniş yatağın kenarına oturmuş öylece düşünüyordu. Koridordan içeri süzülen ışıklar, yüzünün görünen yarısını hafifçe parlatıyordu. Bir an ürktüm ondan. Benim orada olduğumu bilmesine rağmen hiç yokmuşum gibi davranıyordu. Aramızda, birçok nedenden çıkan gerilimlerden bıkıyor ve yoruluyordum.

      “Acıkmadın mı?” dedim belki onun kendisini biraz olsun iyi hissetmesini sağlarım diye. Bana hiç dönmedi, bakmadı bile.

      “Hayır!” dedi donuk bir sesle, sonra ekledi,

      “Aşağıda bir sürü ıvır zıvır şey yedim. Dolapta dünden kalma türlü ve pilav var ısıt ye!” dedi insanı iyi hissettirmeyen soğuk bir edayla,

      “Sen de gel birlikte otururduk…” dedim.

      “Belki sonra.” dedi etrafındaki huzursuzluğun içinden.

      Can sıkıntısıyla mutfağa döndüm. Açlıktan midem kazınıyor, başım dönüyordu. Dolaptaki türlü ve pilavı çıkarıp bir parça ekmekle yedim.

      Balkona çıktığımda hayret edici bir şekilde deniz kabarmış, rüzgâr karaya doğru sert esiyordu. Ufuk, simsiyahtı ve uzaklarda şimşekler çakıyordu. Çok ötelerdeki kasabanın üstü karalara bürünmüştü. Köpürerek sahile vurmaya başlayan dalgalar normal olmayan, alışık olmadığımız şeyler yaşayacağımızın ipuçları gibiydi.

      Bulunduğum yerle, karşımda her yanı saran, siyah ve ürkütücü görüntü iki farklı dünya gibiydi. Ve hepimizin her şeyle birlikte o siyahlığın içine doğru kaydığını fark edebiliyordum.

      Denizden her tarafıma çarpan sert bir rüzgârla geriye doğru itildim. Balkonun içindeki sandalyeler ve masa oraya buraya kaymaya başlamışlardı. Denizde kimse kalmamıştı. Sandalyeleri ve masayı aceleyle içeri taşıdım, pencereler açıktı kapattım.

      Esma yatak odasından telaşla yanıma geldi ve,

      “Ne oluyor?” dedi endişeyle

      “Fırtına! Fırtına geliyor!” dedim.

      Mutfak penceresini kapatırken o da yan taraftaki küçük balkona çıktı ve çamaşır ipine dolanmış birkaç parça çamaşırı güçlükle topladıktan sonra kapıyı kapattı. Odaları kontrol ettim açık yer var mı diye.

      Salona döndüğümde Esma sanki donmuş gibi camdan, bizi her an yutmaya hazır hâlde bekleyen karşımızdaki korkunç karaltıya bakıyordu. Her taraf amansız bir kaosa gömülmüş gibiydi. Kabarmış denizin çirkin ve hırçın yüzünün üstünde buluttan buluta atlayan şimşekler etrafı bir iki saniye parlatarak, oluşan hâlin daha ürkütücü görünmesine yol açıyordu.

      Böylesi pek gördüğümüz ve yaşadığımız şeylerden olmadığı için üstümüzdeki etkisi bir hayli güçlü olmuştu. Suskun ve şaşkın, olan biteni öylece izliyorduk. Sahilde koşuşturanların, açık duran şemsiyeleri güçlükle kapatmaya çalışanların, çadırlar yırtılmasın veya uçmasın diye iplerini çözmeye çalışanların telaşını görebiliyorduk.

      Önce seyrek yağan yağmur şimdi iri damlalar hâlinde düşmeye başlamıştı. Gökyüzünün gürültüsü pencerelerin camlarını, çerçevelerini parçalayacakmış gibi vahşice gürlüyordu. Denizdeki motorlar kâğıttan kayıklar gibi oradan oraya savrulurken bir görünüyor bir kayboluyordu.

      Denizin üstündeki boğucu karaltı her tarafı sarmış, insanlar panik içinde evlerine çekilmişlerdi. Sadece site görevlileri ve onlara yardım eden gayretli bazı insanlar oradan oraya koşuyor ve uçması muhtemel olan şeyleri sağlama almaya çalışıyorlardı.

      Neredeyse önümüzdeki bahçeye düştüğünü zannettiğim yıldırımın çıkardığı ses kulaklarımızın zarını yırtacak kadar acımasızdı.

      Esma korkuyla bana yaklaştı ve elimi tuttu. Titriyordu, belki ben de titriyordum. Küçük bir kıyamet kopmuş gibi her yer tüyler ürpertecek kadar sarsıcı görünüyordu.

      Zeytinli Koy, o zümrüt yeşili görünümüyle bakmaya doyamadığım Zeytinli Koy, kendisini çirkin ağzına doğru çeken korkunç bir kâbusun oluşturduğu anaforun içinde kaybolmuştu.

      On, on beş dakika önceki dünya bu seyrettiğim dünya mıydı, diye hayretler içindeydim. Tabiatın hiç güvenilmez bir yer olduğunu bütün bu gördüklerimden sonra çok daha iyi anlıyordum. Seyrettiğim, üstünde yaşadığı hiçbir canlıya en ufak merhamet göstermeyen, vahşi ve acımasız bir canavardı şimdi.

      Elektrikler bizim evde olduğu gibi her yanda kesiliverdi. Esma’ya yerinde durmasını söyleyerek, yatak odasının bitişiğindeki küçük odadaki dolabın içinden ışıldağı bulup açtım. Kulaklarımda öfkeyle uğuldayan rüzgârın sesi ve arada bir sağımızda solumuzda patlayan yıldırımların şiddetli gürültüsü vardı.

      Yağmur o kadar hızlı yağıyordu ki, sanki bütün yapıları içindeki insanlarla beraber önüne katıp denize doğru sürükleyecekti.

      Esma cılız yanan ışıldağın hafifçe aydınlattığı salonun karaltısında sinmiş, küçülmüş, gidip televizyonun karşısındaki üçlü koltuğa kıvrılmıştı.

      Elimdeki ışıldağı konsolun üstündeki telefonumun yanına bırakıp gidip camdan tekrar doğanın her şeyi birbirine kattığı çılgın ve simsiyah öfkesine baktım. Onun gücü karşısında o kadar çaresiz ve güçsüzdük ki!

      Denizin kabaran beyaz köpüklü dalgaları çıldırmış, kudurmuş gibi üstümüze üstümüze geliyorlardı. Arada bir yıldırımlardan veya şimşeklerden çıkan parlak ışıklar, çok ürkütücü ve çok çirkin olan tabiatın çehresini bir an bize gösteriyor sonra her şey uğultulu, uğursuz bir karanlığın içinde kayboluyordu.

      Bu çılgın, uğursuz ve ürkütücü gösterinin biteceği yok gibiydi. Zaman geçtikçe dışarıdaki kargaşa daha da azgınlaşıp artıyordu.

      Esma’nın ürkek sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım.

      “Asım ne oluyor? Dünya’nın sonu mu geliyor?” dedi.

      Bir an ne diyeceğimi bilemediğim için gidip yanına oturdum, elini tuttum. Usulca bana sokuldu ve başını göğsüme dayadı. Her zaman kullandığı şampuanın kokusunu iyi tanıyordum artık. Fakat onunla karışık börek kokusu da sinmişti saçlarına. Titriyordu. Yüzünü okşayarak sakinleştirmeye çalıştım.

      Aramızda şefkat ve duygu yüklü sıcak yakınlaşma uzun zaman önce kaybettiğimiz bir şeydi. Ve bu duruma yol açan, dışarıda olanların bizi yaşamın kıyısına getirdiğini