şarkıları gecenin içinde çınlayıp duruyordu.
Nazım müziğin ve alkolün onu iyice etkisine alan sihirli yanıyla coşmuş, etrafımızda oturan insanlara gülücükler dağıtıp kadeh kaldırıyordu. Sonra bana doğru eğilerek sanki çok önemli bir sır verecekmiş gibi, yüzünü yüzüme iyice yaklaştırarak,
“Bak aziz kardeşim, bu dünyada dert etmeye değecek en ufak bir şey yok bilmelisin!” dedi.
Onun bu kadar kısa sürede sarhoş olmasını nedense zayıflığına bağlıyordum. Ben birkaç bardak devirmeme rağmen dipdiri oturuyor kendimi bir türlü bırakamıyordum.
“Haklısın!” dedim. Sarhoş olunca daha da çocuklaşan kızarmış yüzüne bakarak.
“Bin yıl mı yaşayacağız yahu?” dedikten sonra karşı masalardan birinde oturan ve arada bir cilveli kahkahalar atan genç ve gösterişli kadına gözlerini dikti. Bir süre onunla oyalandıktan sonra,
“Bak bir erkeğin yüzü gülmüyorsa ya parası yoktur ya da bir kadın canını sıkıyordur.” dedi.
Hiç sesimi çıkarmadım. Etraftan birbirine dolanarak gelen müzik sesleri kulaklarımı tırmalıyordu. Önümdeki patlıcan salatasından bir iki lokma yerken Nazım karşı masadaki kadına baygın bakışlar atmaya devam ediyordu. Sonra,
“Senin yüzün gülmediğine göre evde bir sorun yaşıyorsun demektir.” dedi.
Konuşkan, eğlenceli, coşkulu masaların çıkardığı sesler, gecenin içine karışıp dururken bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Aradığı yeri, yolu yitirmiş, oradan oraya savrulan bir seyyah gibiydim. Hep bekledim yarın başka ve iyi şeyler olacak diye ama olmadı; boşuna beklemişim. Yaşananlar hep can sıkıcı ve acı veren şeylerdi. Öyleyse günleri böyle geçirmenin ne anlamı vardı? Sonra,
“Öyle mi düşünüyorsun?” dedim. Güldü, bu dediklerime bir anlam verememiş gibi. Bardağında bekleyen son yudum rakıyı kafasına diktikten sonra,
“Kadınlar çocuk gibidir, hep sevilmeyi beklerler olmayınca küserler. Ellerindekini paylaşmasını bilmezler! Onları idare edecek, sabırlı davranacaksın.”
“Hayat çocuklara göre değil ve ayrıca ben hayatı anlamlandıramıyorum!” dedim. Nazım söylediklerimle pek ilgili değildi. O kafasında kurguladığı şeylere göre konuşmakta kararlıydı. Sonra,
“Çocuğunuz yok da ondan, aile olamıyorsunuz. Bak bize kuzular gibi geçiniyoruz. Çocuk bizi nasıl terbiye etti. İki yıldır evlisiniz hâlâ bekârlar gibi yaşıyorsunuz. Gerçi böyle yaşamasını isteyenler de çoğaldı ya…”dedi.
Şef garson ilk oturduğumuzda Nazım’ın özellikle istediği paçanga böreklerini getirmişti. Sıcak böreğin içindeki pastırmayı ağzımı yakma pahasına yedim. Nazım da böreğin ucundan bir parça kesip dikkatle yedikten sonra, mezelerle oyalandı ve sanki ne diyeceğimi bekler gibi yüzüme baktı.
“Ben birisinin yaşamına göre kendimi ayarlayamıyorum, anlıyor musun? Bunu anladım. Özgür olmalıyım, yalnız olmalıyım!”
“Biraz üstünden atlamayı denesen.”
“Hayır hayır hayal ettiğim şey bu değildi!”
“Acemilik günlerimizin hayallerini çok önemseme. Her yaşın ayrı bir değerler dünyası vardır.”
“Aslında suçlu aramıyorum, ben kendimden de memnun değilim!” dedim. Nazım söylediklerimden hiçbir şey anlamamış gibi yüzüme saf saf bakıyordu. Onun bu rahat tavrı canımı sıkıyordu. Yüzümü buruşturarak, önümdeki tabakta paçanga böreğinden kalan kırıntıları çatalımın ucuyla toplayıp yemeye çalıştım. Nazım bardağındaki rakıyı göstererek,
“Şu da olmasa hayat ne sevimsiz olurdu değil mi?”
“Doğru… Ben sana bir şey diyeyim mi Nazım?”
“De hadi, seni can kulağıyla dinliyorum!” dedi yüzünü yüzüme yaklaştırarak.
“Ben huysuz bir adamım biliyor musun?”
“Estağfurullah!”
“Yok yok öyle işte. İnsan kendini bilmez mi?”
“Ama haksızlık yapma kendine.”
“Ben yumuşak, uyumlu, kendisi ile barışık bir adam değilim. Bak kusurlarımı sayıyorum işte. Esas zor olan benim ve benimle yaşamak. Bunu itiraf ediyorum, evet, geçimsizim ben, çabuk öfkeleniyorum, belki de sözleri hep tersinden anlıyorum, hemen kırılıp küsüyorum, karşımdakini incitmek istiyorum, berbat bir adamım, belki de hastayım, sinir hastası! Yaşadığım, yaptığım hiçbir şeyden haz duymuyorum; bunun neden olduğunu tam olarak da çözmüş değilim.”
“Daha neler, duyan da seni tımarhaneye kapatmalı sanır.”
“Gittikçe deliriyorum galiba! Bak ellerimin nasıl titrediğini görüyor musun? Her şey, ama her şey ruhuma zarar veriyor. Ne düşünüyorum biliyor musun? Hayat hayal ettiğimden daha sıradan ve daha sıkıcı! Bir sonraki günü bekliyorum sabırsızlıkla, daha iyi şeyler olacak diye, ama olmuyor! Yaşıyorum ama ne için? Hayatıma bir anlam yükleyemiyorum. Beni ona bağlayan hiçbir şey yok!”
“Öyle deme be üstat, bak ne güzel eğleniyoruz işte!”
“Gerçekten mi? Ben bunu niye hissetmiyorum?”
“Vallahi kardeşim tam anlamadım ama şimdi sen bunalmışsın diye böyle konuşuyorsun, güzel günlerin olmadı mı hiç?”
“Güzellik, o da bir yanılsama mı, aldatıcı bir serap mı? Bütün olan biteni beynimizin nasıl algılayıp anladığı bizim ruh hâlimizi ortaya koyuyor. Beynimin içinde olumsuz ve boşuna yaşanacak bir dünya var; öyleyse bütün bunların ne anlamı var?”
Nazım üzülmüş gibi derin bir iç çekti, dışarıda çalınan çalgılar, söylenen şarkılar onu iyice duygusallaştırmış görünüyordu. Benim ne dediğimle artık hiç ilgili değildi. O alkolle zenginleşen, sisli, sırlı hayallerinin içinde kanatlanmış uçuyordu sanki.
Benim içimin katı, beton gibi sert hâli böyle bir hissi yaşamama asla müsaade etmiyordu.
“Bak şimdi hakikaten moralim bozulacak.” dedi birden. Epeyce sarhoş olmuşa benziyordu. Bense rakı kadehlerini içmiyor da sanki yere döküyordum. Nazım baygın bakışları ile çevreyi, karşı masadaki konuşkan kalabalığı, gösterişli genç kadını süzdükten sonra,
“Neden kendinize bir şans daha tanıyıp tatile çıkmayı düşünmüyorsunuz?” dedi bana çok anlamsız gelen sözlerle.
“Tatile çıksak ne olacak ki? Bu neyi değiştirecek ki? Bizimkiler durmadan çağırıyorlar ‘Ne zaman geleceksiniz?’ diye fakat yalnız gideceğim. Hazırlığımı yaptım cumartesi tek başıma gideceğim…”
Nazım’ın bu son söylediklerimden bir şey anladığını pek zannetmiyordum. Yanına gelen şef garsona ızgara köfte siparişi vererek yedi. Çevreye olan ilgisi vakit geçtikçe azalıyordu. Benim canım istemediği için bir şey isteyip yemedim. Sıkılmıştım.
“Yarın mesai var kalkalım istersen.” dedim. O, önündekilerden bir şeyler atıştırırken “olur” manasında başını salladı.
“Sen olmasaydın bu geceyi daha kötü geçirecektim.”
Hafifçe tebessüm ederek yüzüme baktı.
“Böyle düşünmene sevindim.”
“Hesabı isteyelim.”
“Yine Alman usulü ödeyeceğiz.”
“Her zaman nasılsa öyle.”
Şef garsonun getirdiği