titremeye devam etti. Sonra,
“Yaptıklarımızdan ötürü Allah bizi cezalandırıyor herhâlde!” dedi ve ardından da,
“Ya Rabb’im sen bizi koru.’’ diye ekledi.
“Bence tabiata kötü davrandığımızdan oluyor bütün bunlar!” dedim. Esma bu söylediklerimi beğenmemiş olmalı ki her zamanki tanıdığım sesiyle,
“Aman canım bizim ne suçumuz var sanki?” dedi ve azıcık benden uzaklaşsa da tümden kopmadı.
Birkaç saniyeliğine elektrikler gelip gidince sevindik fakat sonra tekrar karanlığa gömüldük.
Karşıda konsolun köşesinde yanan ışıldağın ışığı gittikçe zayıflıyordu.
“Üşüdüm!” dedi Esma.
“Sana dolaptan battaniye getireyim.” dedim.
“Yok yok istemem, sen beni yatak odasına götür uyuyabilirsem uyumak istiyorum!” dedi ve uzaklaştı benden.
İkimizde kalkmıştık oturduğumuz yerden. Ben ışıldağa doğru giderken o yavaş adımlarla koridora doğru süzüldü. Elimdeki ışıldağın zayıf ışığında, önümde, ince koridorda o yatak odasına doğru ilerlerken arkadan, her iki yana düşmüş omuzlarına ve zavallı hâline bakınca içim acıdı.
Ben yatak odasının kapısında dikilip dururken o yan taraftaki geniş elbise dolabının alt tarafından çıkardığı battaniyeyi üzerine örtüp yatağın içine gömüldü ve,
“Reha ararsa bana haber ver!” diye seslenmeyi ihmal etmedi. Elimdeki ışıldağı yere bıraktım hem Esma’nın yattığı odaya hem salona vursun diye.
Reha arar diye bekleyecektim. Arar mıydı acaba? Belli belirsiz ışıkta salona döndüm. Beni güçlü bir mıknatıs gibi kendine doğru çeken pencerenin yanına gittim. Ürkütücü karanlığın içinde kabaran dalgaların beyaz köpüklerine, arada bir çakan şimşek ışıkları ile yarılan boğum boğum, düğüm düğüm dolanan gökyüzünün karanlık korkunç derinliklerine baktım.
Tabiatın her zaman görmeye alışık olmadığımız bu zalim çehresi karşısında ürperiyor ve emniyette olmadığımız hissine kapılıyordum.
Şimdi dışarıda belli belirsiz gördüğüm, sahildeki birkaç yüksek çam ağacının dallarının kırıldığı ve bazı motorların yan yatarak sahile vurmasıydı.
Arkamdan çok zayıfça süzülen ışıldağın ışıklarının silikçe parlattığı camda yüzüme bakmaya çalıştım. Camda gördüğüm tuhaf bir gölgeydi ve çok sevimsizdi. Aniden çakan bir şimşekten ürküp camdan geriye çekildim.
Işıldağın şarjı bittiği için evin içi tamamen karardı. Kasılmaktan ve ayakta durmaktan dizlerim, belim, sırtım her tarafım ağrıyordu. Gözlerimi karanlığa alıştırmaya çalışarak, bir yere çarpmamak için ellerimi öne uzattım ve koridoru geçerek yatak odasının kapısından içeri girdim. Esma uyumuştu. Boğazından hafif hırıltılar çıkararak horluyordu. Onu uyandırmamaya özen göstererek yanına uzandım.
Telefonu salonda unuttuğumu hatırlayınca kendime sinirlendim. Fakat o kadar bitkindim ki, Esma’yı uyandırmaktan çekindiğim için gidip telefonu getirmeye üşendim. Ben bütün bunları düşünürken kendimden geçmiş uyumuşum.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Dün babam aradığında bir şey diyemedim. Ne deseydim? Karımdan ayrılmak üzereyim, onun için mi gelemiyoruz deseydim. O anda tansiyonu fırlar, bir tarafına bir şey olurdu… Evde yalnız başıma kendi kendimle konuşup, Naşide’nin hayali ile kavga ederken aklıma gelmedi doğrusu telefon açmak. Sonra bir kadeh, iki kadeh, üç kadeh derken sızıp uyumuşum… Uyandığımda sabah olmuştu ve zor yetiştim işe…
Naşide üç gün önceki şiddetli tartışmamızdan sonra götürebileceklerini bir valize doldurup ayrıldı evden; keşke birlikte yaşadıklarımızı da götürebilseydi. Ailesinin yanına gitti. Bazen ev telefonundan yakın arkadaşları arıyor ne diyeceğimi bilemiyorum.
Yine yanlış yaptım. Bir türlü işe yoğunlaşamıyorum ki. Bu defaki gidişi daha öncekilere benzemiyordu. Zavallı annem tatilimizi geçirmemiz için bizi hâlâ yanlarına bekliyorlar, hiçbir şeyden habersiz.
İçerisinin havası çalışan klimalara rağmen sıcak ve boğucu… Yoksa öyle değil de ben mi daralıyorum? Boğazımı sıktığını zannettiğim kravatımı biraz gevşettim. Terlediğimi düşünerek elimin tersiyle alnımı sildim.
“Reha kardeşim ne öyle hindi gibi düşünüyorsun?”
Nazım’ın sesiyle dipsiz bir kuyudan dışarı çıkar gibi oldum. Uykudan yeni uyanmış biri gibi sersemdim. Çalıştığım bölüm çok uluslu, büyük, bilgisayar şirketinin Mecidiyeköy’deki genel müdürlük binasının beşinci katıydı.
Nazım hazırlanmış dışarı çıkmak için sabırsızlanıyordu. Ellerini masama dayamış benden bir tepki bekliyordu.
“Hindi gibi düşünür mü görünüyorum oradan?” dedim.
O, onun söyledikleri ile ilgisi olmayan, içimdeki gerilimin yansıdığı yüzümdeki sert ifadeye bakarken, sözlerinden alınmış olabileceğimi düşünmüş olmalı ki,
“Lafın gelişi söyledim yahu! Bu ne dalgınlık onu demek istemiştim. Hadi hadi uzun etme de seni bekliyorum kalk gidelim.”
“Sen git benim daha yapacak işim var.” dedim aksi bir tavırla. İçimi saran karaltılar azalmıyor, artıyordu.
Nazım her zamanki olgunluğu ve yumuşaklığı ile,
“Koca şirketin işini sen mi bitireceksin hı? Gün boyu boğuştuğumuz yetmedi mi? Bu gece bizim hanım da yok, bir arkadaşının doğum gününe gidecek istersen bir yerlere takılalım ne dersin?” dedi.
Nazım’ın kırmızı yanaklarına, ışıl ışıl parlayan canlı siyah gözlerine baktım. Otuz yaşındaki bir adamdan çok, küçük, sevimli bir afacan çocuğa benziyordu.
“Hiç keyfim yok!” dedim.
“Neden?”
“Bilmem, işte!”
Nazım bütün gün çalışmasına rağmen yine de ışıl ışıl parlayan gözlerini merakla gözlerime dikerek,
“Nasıl yani?” dedi.
“Boş ver!” dedim durdum. Fakat onun, hiçbir şey içermeyen bu cevabımdan tatmin olmadığı belliydi. Sonra,
“Huzursuzum!” diye ekledim.
“Meraklandım bak şimdi. Önemli bir sorun yoktur umarım!”
“Ben de bilmiyorum ki karmakarışık işte…”
“Mesai bitti bırak işi çıkalım, dertleşiriz biraz!”
“Benden sıkılırsın.”
“Bırak bu boş sözleri, gidip oturalım bir yerlere ağırlıklarımızı sohbet edip atalım, iyi gelir. Evi ara istersen!”
“Gerek yok, ev de yok zaten.” dedim.
Naşide’nin adını söylemeyişim Nazım’ın gözünden kaçmamıştı. Fakat belki de yeri olmadığı için üzerinde durmamış, öyle görünmüştü.
“Uzun etme de çıkalım bir an önce. Nereye gidiyoruz?”
“Nereye istersen.”
“Bana bırakma ne olursun. Tamam tamam gerilme, rahat ol biraz. Nevizade mi Pasaj’a mı?’’
“Sen bilirsin dedim ya!”
“Pasaj’a…