Мемдух Шевкет Эсендал

İhtiyar Çilingir


Скачать книгу

dehşetli arkadaşımla yola çıkmaya hazırlandık. Aleksi veda etti. Hepsi kalpaklarını çıkararak onu selamladılar. Karanlıkta uzaklaştı. Arkama baktım. Köyde hiçbir aydınlık görünmüyordu. Yalnız ağaçların, evlerin gölgeleri belli oluyor ve uzakta bir köpek havlıyor, yolun kenarında her çalı bana bir adam gibi görünüyordu. Soğuk rüzgâr beni boğacak bir haydut gibi kulaklarımda uğuldayarak geçiyordu. Uyku içinde gibi ne kadar yürüdüğümüzü, nereye geldiğimizi asla bilmiyordum.

      Bu yolculuk ne kadar sürdü bilmem… Bir köpek sesiyle silkindim. Bir asker uzaktan, görünmeyen bir yerden parola soruyordu. Burası bizim Sinver Kulesi’ymiş.

      Köpeği tuttular. Kapının yanında duran zabit beni selamladı. “Yolunuz açık olsun.” dedi. Beni taşıyan beygiri burada bıraktık. Çünkü bundan sonra yolu bırakacak ve orman içinde işaretlere bakarak Türk toprağına atlayacaktık. Semerden kurtulduğuma sevindim.

      Gece karanlıktı. Geçtiğimiz yer ormanlık. Pek güçlükle yürüyebiliyorduk. Keskin bir yaprak kokusu, yosun kokularıyla karışıyordu. Hiçbir şey düşünmüyordum. Yalnız pek yorgun olduğumu duyuyordum.

      Burada Türklerin pususuna düşünceye kadar çektiğim zahmeti sana tarif edemem Velikacığım. Çamlıkları yarıyoruz, ağaçların kütüklerinden atlıyoruz, ne bir köy ne bir ses var. Bitmez, tükenmez bir orman, bir çalılık içinde gidiyorduk. Bir aralık bir dereden, suların içinden geçtik ve bir ormana girdik. Biraz sonra orman bitti ve yol güzelleşti. İşte tam burada da pusuya düşmüş bulunduk. Türkler yerlerini pek güzel bulmuşlar. Birbirimizden ayrı yürüyorduk. Ormanın kenarında ufak bir karaltıya dikkat ediyordum. Birdenbire bir ses duydum. Bir dakika içinde arkadaşlarım kendilerini saklayabilmek için yan tarafa, ağaçlığa doğru koştular.

      Aynı zamanda arkamdan, ta kafamın içinde öten iki silah patladı ve birisi bağırdı. Ben şaşırmış, donmuştum. Soğuk bir el, demir bir pençe ensemden yakalamıştı. Yanımda, ağaç gölgesi gibi bir adamın gölgesini gördüm. İnan ki Velikacığım, bu adam isteseydi kafamı bir piliç kafası gibi koparabilirdi. Beni sürükledi, bir ağacın altına götürdü. Yaklaşınca kendimi bir diğer adam gölgesinin karşısında buldum. Bir kibrit parladı. Bir dakika içinde genç, parlak gözlü bir Türk zabitiyle göz göze geldik. Kibrit söndüğü vakit gözlerimin önünde iki yeşil yuvarlak dönüyor ve gönlümde o zamana kadar duyduğum nefret yerine büyük bir korku titriyordu. Diz çöküp af istemeye hazırdım. Arkadaşlarım ne oldu bilmiyordum, sonradan öğrendim. Yalnız bir tanesi kurtulmuş, hepsi ölmüşler.

      İnce bir patikadan yürürken bütün duygularım susmuş, aklım durmuştu.

      Düşün Velika’m! Karanlık bir ormanın içinde dağ kadar, kırk senelik bir karaağaç kadar iri bir Türk neferiyle beraber gidiyorduk.

      Şimdi sen bunları okurken benim ziyan olduğumu, bütün dünyanın nefret edeceği bir hakaret gördüğümü düşünürsün, değil mi? Hayır Velika’m! Bu adam bana elini bile sürmek istemiyordu.

      Bu ne tuhaf, ne düşünmediğim bir şeydir. İşte bunları gördüğüm için bugün, bu adamların karşısında korkuyorum. Onlar, kuvvetlerinden o kadar emin görünüyorlar ki bunu görüp korkmamak kabil değildir.

      Biraz sonra Türk Kulesi’ne girdik. Toprak içine kazılmış, sazla örtülmüş uzun bir koğuşta, sıra sıra askerler yatmışlardı. Bizi görünce hepsi kalktılar. Burada ağır bir koku, uyku kokusu vardı. Omuzumdaki küçük torbayı ocağın yanına koyarak durdum. Bana çevrilen bütün gözler, avda tutulan bir karacaya bakar gibi bakıyorlardı. Bana bir işkence edip etmeyeceklerini bilmiyordum fakat herhâlde üzücü birçok sual karşısında kalacağımı sanıyordum.

      Biraz sonra dışarıdan gelen birisi beni kaldırarak zabitin odasına götürdü. Esiri olduğum bu zabit, itiraf edeyim ki Velikacığım, pek güzel bir erkekti.

      Sen, Sinver’i bekleyen bir Türk zabitini nasıl düşünürsün? Bir zebani, değil mi? Esmer, iri ve kaba…

      Yok, güzel kardeşim, senin kadar nazik, bizim Yavin’den tesirli, hele hiç inkâr edemem ki pek mert, pek erkek.

      Ancak yirmi üç-yirmi beş yaşında kadar sanırım. Onun gibi bir insanın böyle dağ kadar neferler arasında oturmaya katlanıp kendi vatanını, kendi yurdunu beklediğini düşündüğüm zaman Velikacığım, günah da olsa itiraf ederim ki kalbimde bir acı duydum ve utandım.

      Onun karşısında, insanları kurtarmak için uğraşan bir kahraman hâlinde değil, başkasının bahçesine girmiş bir hırsız hâlinde kaldım. Başımı eğdim. İşte böyle oldu. Bu zabit Fransızca biliyor, Bulgarca da biliyordu.

      Burada niçin gezdiğimi sormadı bile… Yalnız adımı sordu, kim olduğumu sordu. Ne vakit, nereden yola çıktığımı, arkadaşlarımın kim olduklarını… Yalnız bunları sordu ve inan ki benimle eğlendi. Bana acıdı. Anlıyor musun Velikacığım? Benim kadınlığım, benim güzelliğim bunun üstünde hiçbir tesir yapmamıştı. Hele böyle dağ başında, ben onun esiri iken bu kadar kendini koruyabilen, kendini saklayan bu genç erkeğe bugün gönlümde bir hürmet, bir saygı var.

      Konuşmamız ancak yarım saat sürmüştü. Çizmelerini çıkarmış, yatağının üstünde oturuyor ve pek yorgun olduğu gözlerinden belli oluyordu.

      Odadan çıktım, Velika’m! Artık bundan sonra bir daha onu görmedim! Biraz daha koğuşta, ocakbaşında oturduktan sonra beni üç neferle -ve iri bir onbaşı da beraberdi- Taçlı’ya gönderdiler.

      Yol üç saat sürüyor, askerler tüfeklerini omuzlarına taktılar, birbiriyle konuşarak arkamdan geldiler. Onlardan pek çok fenalık beklediğime aldandım ve bu, bizim için dehşetli bir hâldir, değil mi Velikacığım? Dehşetli bir hâldir.

      Buraya geldikten sonra ben, bir binbaşının karşısına çıkarıldım ve orada iken bana verilen talimata göre Papa Kosta’nın yeğeni olduğumu söyledim. Onu çağırdılar. Ne oldu, ne söz geçti bilmem, beni Papa Kosta’nın evine gönderdiler.

      İşte o zamandan beri buradayım güzel kardeşim. Her sabah ağaçların sararan yapraklarıyla pek güzel olan karşıki dağlara bakarak uyanıyorum ve havalar serin olduğu, her gün biraz daha kış geldiği için günü ocağın başında geçiriyorum.

      Pek seyrek bir köylü geliyor, görüşüyoruz. Benden talimat alıyor, yine pek seyrek bana mektup gönderiyorlar, geliyor ve ilkyaza kadar burada kalacağım söyleniyor.

      Benim ise içimde derin bir korku var. Burası beton Sinver’de gördüğüm gibi genç zabitlerle doludur ve bunlar inan ki Velikacığım, vatanlarını bizim sandığımızdan daha çok seviyorlar, saklıyorlar.

      Bunlar korkulacak şeylerdir.

      Papa Kosta’ya bunları söylediğim zaman, gözlerini ateşin alevlerine dikerek düşünüyor ve başını sallıyor.

      Bizim bir tarlaya attığımız tohumlar, bu adamların çizmeleri altında ezilecek, çürüyecektir.

      Bazı onları, evin önünden geçerken görürüm. Bir defa da beni seyreden genç zabiti gördüm. O kadar ağır, o kadar kuvvetlidirler ki benim için korkmamak mümkün değil. Papa Kosta’yı yolda gördükleri zaman gülerek selamlarlar. Hâlbuki onun kim olduğunu benim kadar biliyorlar…

      İşte bütün bu şeyler, bu düşünceler benim kanatlarımı kırıyor, gözlerimi karartıyor, beni korkutuyor Velikacığım. Bir gün gele, bu adamlar bizi çiğneyecekler sanıyorum. Benim elimden sen tutacaksın.

      Güzel gözlerinden öperim. Mektubunu, öksüz bir çocuğun anasını bekler gibi beklediğimi unutma!

1911