çıkaran bir mevsimde ormanın bu kadar güzel bir köşesinde sesleri, kokusu, havası; her şeyi, her şeyi bu kadar güzel olan bu yerde uyanan bu iki insanın yüzünde, kurulmuş bir cinayetin, bir hayatın karanlık izleri vardı. Bu kadar sessiz, bu kadar güzel olan bu yerde yalnız bu iki adam; bu iki dağınık, iki sefil, iki zavallı adam kara bir leke gibiydiler. Gözlerini sildiler. Biri rahipti; dağınık, birbirine karışmış uzun yağlı saçlarını parmaklarıyla taradı, kalpağının altında topladı. Etrafı dinledi. Ne ile uğraşırsa uğraşsın, ne olursa olsun, bu kadar hoş, serin bir akşam insanı uyandırır. Ona kendini dinletir. O da bir dakika böyle bilmeyerek sakit12 kaldı.
Her lakırtı konuşulmuş, yapılacak şeyler sıralanmış, yalnız onları yapmak, yaptırmak kalmıştı. Onun için birbirine bir şey söylemeye lüzum görmüyorlar, konuşmuyorlardı. Ortalık yavaş yavaş kararıyor, sesler daha ziyade azalıyor, bir dakika evvel yaprakların arasında ötüşen kuşlar susuyor, gece oluyordu. Yalnız ta uzakta, birbirine cevap veriyor gibi bağıran kurbağaların, böceklerin sesleri; uyuyan bütün bu ormanın büyük, derin solukları gibi inip çıkarak durgun havaya yayılıyordu.
İki arkadaş yavaş yavaş kalktılar. Biri uzandı, taze bir dal kopardı. İki ellerini ceketinin cebine sokarak yola düzüldüler.
Birinin omuzunda büyükçe, ağırca bir heybe vardı. Onlar bu heybeyi bu ormandan aldılar. Bunun içinde bir sarayı, bir an içinde baykuşlara yuva yapacak bir kuvvet vardı.
Bu adamlar, bir yere ölüm yağdırmaya gidiyorlar. Bu adamların durdukları, bu heybenin bırakıldığı bir yerde ölümün korkunç yüzü görülecek; birçok bacalar dumansız, birçok çocuk babasız, birçok zavallı kadın kocasız kalacaktı.
Onlar, yarın arkalarında bırakacakları mezarlardan korkmayarak güzel dağ menekşelerinin hafif kokularıyla dolu olan sessiz ormanı bırakıp köye doğru gittiler.
Yuvan Nikolof, fakir bir köylüdür. Ancak senede otuz dönüm tarla ekebiliyor. Fakat birkaç sene var ki köyde herkes onun hatırını sayıyordu.
Bazı günlerce ortadan kayboluyor, bazı geceler köydeki bütün gençler onun odasında toplanıyor, günden güne onun sesi yükseliyor, köyün daskalı her gün onu arıyor, köye her gelen yabancı Nikolof’un evini soruyordu.
Karısı bu hâlden hoşnut değildi. Korkuyordu. Köye bir candarma uğrasa onun gönlüne bir şüphe düşüyor ve ötede beride bazı defa “Çocuklarım öksüz kalacak!” diye söyleniyordu. Fakat kocası onu dinlemezdi. Gece olunca erkenden el ayak çekilir, sokaklar tenhalaşır, Nikolof karısına “Bu gece köpeği bağla!” derdi. O zaman kadın, misafirlerin geleceğini anlardı. Bazı gece gürültülü sesler duyar, uyanır; evinin içinde birçok erkekler görür, korkarak odasının bir köşesinde onların gitmelerini beklerdi.
Bu gece yine Nikolof köpekleri bağlatmıştı. Karı koca sofralarını kurdular.
Beklediler.
Ortalık iyice karardıktan sonra çit kapısının açıldığı duyuldu. Köpek bağlı olduğu yerden sıçradı.
Rahip’le arkadaşı kapıdan girdiler. Nikolof’un dudaklarında derin bir tebessüm beliriyordu. Misafirler heybeyi koyacak emin bir yer aradılar.
Nikolof eğilerek onu aldı ve yavaşça dolabın bir kenarına koydu.
Hepsi birden sofranın etrafında toplandılar, Rahip kollarını sıvayarak ekmeğini kopardı. Kadın göğsü üzerinde üç haç çıkararak kaşığını un çorbasına uzattı. Rahip’in arkadaşı genç, kısa boylu, iri kafalı, sert kırmızı saçlı ve kuvvetli bir adamdı. Hiçbirinin yüzüne bakmayarak yemeğini yiyordu. Rahip, yavaş yavaş Nikolof’la konuşuyor ve bilhassa zengin bir adamın parasından bahsediyorlardı.
Kadın sesini çıkarmıyor ve bir şey işitmiyor gibi görünüyordu. Fakat bütün kuvvetiyle bu sözleri dinliyordu. Bir aralık, Nikolof fazlaca şarap içmeye başladı. Rahip, onun ziyade sarhoş olduğunu istemiyor gibi görünüyordu. Kırmızı saçlı arkadaşı ise hiç sesini çıkarmayarak iri lokmalarını avurduna dolduruyor ve ara sıra kadının yüzüne bakıyordu.
Ocağın külleri üstünde duran tenceredeki fasulyeyi bitirdiler. Sonra Nikolof arkadaşlarını içerideki odaya götürdü, burada yavaş sesle konuşmaya başladılar. Gece gittikçe ilerliyordu. Kadın bir aralık onları dinlemek istedi fakat bir şey işitemedi. Orada ocağın başında çocuklarını uyuttu. Kendisi de oraya uzandı, uyudu. Uyandığı zaman onlar, üçü de gitmişlerdi.
Nikolof, arkadaşlarından evvel kapıdan çıkarak köpeğini okşamış, etrafı dinlemiş, sonra arkadaşlarını beraber alarak evden çıkmışlardı. Heybe, Nikolof’un omuzundaydı. Hızlı yürüyorlar ve birbirine hiçbir lakırtı söylemiyorlardı.
Gök siyah fakat parlaktı. Yıldızlar açılıp kapanarak karanlığa hafif bir ışık serpiyorlardı. Uzakta, anlaşılmayan sesler duyuluyor, yaz böcekleri ötüyor, dereden iki bülbülün birbiriyle karışan ince, parlak sesleri işitiliyordu.
Yarın sabah güneş doğduğu vakit, dünyanın bir köşesinde yıkılmış bir yer görecek, birkaç taze mezarın topraklarına bakacak, dökülecek gözyaşlarını yaldızlayacaktı. Kim bilir gecenin bu zamanında, ne kadar biçare adamlar vardır ki yarın başları üstüne düşecek ölüm gölgesinden gafil olarak uykularını uyurdu.
Bilmem dünyanın hangi bucağında oturan bir politikacı, bir zarif adam (!) üstü başı süslü, serin bir yerde oturuyor, buzlu şurubunu, buzlu içkisini içiyor ve diğer bir politikacıyı sıkıştırmak, onu güç bir duruma sokmak için yer arıyor, birçok paralar veriyor, birçok yalanlar söylüyor. Bu paralar uzanıyor, kıvrılıyor, dar yollardan geçiyor, otuz kilo dinamit barutu hâline giriyor ve onu birtakım insanlar arkalarına yükleniyor, hiç tanımadıkları birçok adamları onunla öldürmeye gidiyorlar.
Sonra diğer bir köşede öldürülecek bu adamlardan istifade olunmak için düşünülüyor, neler yazılıyor, neler hazırlanıyordu.
Üç arkadaş, bir saat yürüdükten sonra bir ormana girdiler. Bu ormanı da geçerek bir demir yolunun kenarında, bir köprünün önünde durdular.
İşte mezar burasıydı.
Omuzlarındaki heybeyi indirerek biraz etrafı dinlediler, dinlediler. Sonra hemen işe başlamak lazım geliyordu. Nikolof, ince bir ıslık öttürdü.
Birkaç dakika sonra bir yol bekçisi yanlarına geldi. Dört arkadaş çalışmaya başladılar. Ses çıkacağından, duyulacağından korkmuyorlardı. Bu iş o kadar uzun değildi. Bir saat yorularak, terleyerek boğuştuktan sonra her şey bitmiş oldu. Kim bilir kaç zavallının mezarı olacak olan küçük bir mezar açılmış ve heybedekiler buraya konulmuş, sonra orası örtülmüştü. Sarı saçlı adam, ufak bir el fenerinin yardımıyla telleri düzeltti, bitirdi. Tamam olunca bekçiyi sıkı sıkıya bağlayarak ötede hendeğin içine bıraktılar ve tekrar yüz metre ilerideki ormana dalarak kayboldular.
Sabah oluyor, gün yavaş yavaş doğuyor, bütün kuşlar ötüyor, çiçekler kokuyor, yapraklar açılıyor, sinekler geziyor; her şeyde bu mevsime mahsus bir can, bir dirilik kendini gösteriyordu.
Uzaktan, orman arasından gürültüsü zaman zaman duyulan bir tren geliyordu. Bu ses ilkin pek uzakken yavaş yavaş yaklaşıyor, yavaş yavaş birçok biçareleri mezarına sürüklüyor, getiriyordu.
Akşam kazılan mezarın üstüne gelince kulakları patlatan bir ses bütün ormanı, bütün kuşları, bütün dünyayı susturdu.
İnsan parçaları demir parçalarına, taş parçalarına karışmış; topraklara gömülmüş, incecik bir dalın ucuna yuvasını kuran bir kuşcağız bile bu felaketten nasibini almış, onun, kopan yapraklarla beraber düşen