Мемдух Шевкет Эсендал

İhtiyar Çilingir


Скачать книгу

yalnız bu dinlemektir.

      Ne kadar derin okumuş ve neler okumuştur, bunu kestiremiyorum. Yalnız bildiğim, onun zeki bir genç olduğu ve ara sıra sevimli, ufak şiirler yazdığıdır.

      Küçük, zayıf gövdesi, uzun kumral saçları, henüz dudağını örtmeye başlayan kumral bıyıklarıyla güzel değil fakat sevimli bir delikanlıdır.

      Bana tesadüf edince derhâl şiirlerinden birkaç parça okuyup fikrimi sorar. Bunları ilham eden perilerden bahseder. Hatta biraz vaktimiz olur da konuşmamız uzarsa Ada’da14 geçirdiği bir günden, Kadıköy’de bir gece başından geçen bir vakadan ve onlardan hangi şiirlerin doğduğundan uzun uzun bahseder. Bunların içinde biraz mübalağa var mıdır?.. Bilmem…

      Geçen sene sair Makriköy’de,15 küçük bir odada oturuyordu. Bir gün rastgele kapısının önünden geçerken beni görmüş, çağırmıştı. Bu suretle onun evini, odasını gördüm. Bu aziz şairin hakikaten güzel odası varmış. Büyük bir pencereyle aydınlanan bu oda bir güzellik, bir incelik sergisi gibiydi ve ufak tefek şeylerle öyle sevimli bir dağınıklık görünüyordu ki bu hâli gördükten sonra, arkadaşımın değerli bir sanatkâr olduğunu anlamamak mümkün değildi.

      Masanın üstünde dağılmış duran kâğıtların üstünde beyaz, lekesiz minimini pamuk bir kedi uyuyor, tütün tablasının kenarında kendini kurtarmak için saldırmaya hazırlanmış kırmızı bir tilki duruyor ve köşede, ufak bir tabağın içinde tunç bir baykuş insana yuvarlak, ateşli gözleriyle bakıyordu.

      Duvarda kara kalem bir resim. Çıplak bir kız o hâliyle bir ihtiyar erkeğin dizlerine yatmış, ona gülüyor; sonra onun karşısında diğer bir levhada, en soluk renklerle yapılmış bir yağlı boya resim, bir ormanın sonbahar hâlini gösteriyordu. Odanın büyük penceresine kadar salkımlar kapamıştı. Bu pencere bir bahçeye bakıyor, sonra komşuların bahçeleri ve ağaçlar arasında evler görünüyordu.

      “Odanız pek güzel!”

      “Güzel lakin beni hasta ediyor.” diye cevap verdi.

      Doğru, bu oda onu hasta edebilirdi. Bu kadar inceliklerin, bu kadar ince şeylerin elbette onun zayıf kalbi üzerinde bir ağırlığı olacaktı.

      Beni buraya çağırdığı zaman bana anlatacak bir hikâyesi, okunacak bir şiiri olduğunu anlamıştım. Bunu söylemek için çok beklemedi.

      “Bu odayı seçtiğim zaman şu pencereyi örten çiçeklerden pek memnun oldum. Bunlar etrafı güzelce görebilmek için pek iyidir. Buraya yerleştikten iki gün sonra komşularımı tanımak istedim. Çünkü bana bütün bir yazda üç-dört manzume vermeyecek bir mahalle, bir komşuluk bence uğursuz bir yerdir. Bütün etrafımı gözden geçirdim, şu büyük sarı evde analarıyla oturan üç genç kız var ki ilkin bir şey gibiydiler. Fakat sonra anladım ki onlar üç geçkin ve üç koca budalasıdırlar. Bu tarafta on-on beş binlik bir sarraf babanın iki kızı, kısa etekleri, kocaman hasır şapkalarıyla iki çocuk ve bakışları o kadar durgundur ki âdeta kadınlığın ezeli duygusundan nasipleri yoktur, diyeceğim. Daha etrafımı güzelce anlamamışken buna tesadüf ettim -eliyle karşıdaki küçük evin ufak penceresini gösteriyordu- bir sabah, penceremi açtığım zaman, onunla göz göze geldik. O kadar güzel olan ela gözlerinde öyle derin bir manasızlık, öyle dolmaz bir boşluk vardı ki benim için bu gözleri görüp de bu boşluğun derinliğini merak etmemek kabil değildi. Artık o günden sonra gözlerimi ayıramadım. İşte, hâlâ beni üzen, öldüren şey budur,.” diyordu.

      Şimdi, artık bütün günlerimi bu pencerenin önünde, arkaya bakarak geçiriyorum. O, hiç de belli olmayan zamanlarda gelir, bu pancurları açar, eliyle pencerenin kenarındaki çiçekleri okşadıktan sonra o derin, o manasız gözleriyle ta gözlerimin içine bakar ve elbette benim onu beklediğimi anlar fakat güya bunu anlamıyormuş gibidir. Hiçbir gün bana bakarken gözlerinde ufak bir selam, bir tebessüm görmedim.

      Onun bir kocası olduğunu biliyorum. Galiba, Yedikule Gaz Fabrikası’nda hizmet ediyor. Sarı bıyıklı, geniş omuzlu bir adam! Sanırım ki gecelerin karanlığında evine geliyor ve gündüz erken işine gidiyor. Bunun için kendisini ancak iki defa görebildim. Ben, her sabah uyandığım vakit güneş doğmuş bulunuyor. Doğru pencereme koşuyorum. Onu bekliyorum. Biraz sonra o da kendi pancurlarını açıyor. Bu pancurların açılmasında öyle bir hesap var ki… Bana âdeta cesaret veriyor. Hatta azıcık daha kuvvet bulsam, “Onları benim için açıyor.” diyeceğim. Evet, şüphesiz bana geliyor, beni ezmek için geliyor. Evinde yalnız olduğu ve hiç şüphe yok birçok işi olduğu hâlde saatlerce benim için o pencerenin önünde duruyor! Lakin gözlerinde o boşluk, bakışında o manasızlık, o soğuk hâl hep öyle. Bunu da şüphesiz beni öldürmek için yapıyor çünkü bu öldürüş onun için bir tat, bir lezzet. Sonra ben, bütün gün bir satır okuyamayarak, bir kelime düşünemeyerek onun penceresine bakıyorum. Ta onun pancurları kapanıncaya kadar bekliyorum. Bu pancurlar, kocasının gelmediği geceler o kadar geç kapanıyor ki… Bunda beni öldüren, hırpalayan bir çağırış, öyle bir mana var. Evet, kadınları çok sevmiş olanların anlayabileceği bir davet.

      Onu yeni tanıdığım zaman, bir gün de dışarıda rast gelebileceğimi sanmıştım. Fakat şimdi yanıldığımı anlıyorum. Ufak evini asla bırakmıyor. Sabahleyin evinin işlerini görüyor, aşağı yukarı gezindiğini görüyorum. Sonra öğleye doğru elinde bir işle pencerenin önüne oturuyor ve akşama kadar orada kalıyor.

      Bir aralık garip bir düşünceye kapıldım. O, bazı defa oturduğu yerden birdenbire fırlayıp içeriye giriyor. Bazı günler de dikişini dikerken elinde iğnesi duruyor, içeriyi dinliyor! Acaba dedim, o içerideki odada saklanmış birisi mi var? Oraya birisi mi geliyor? Bu düşünce beni kıskandırmıştı fakat evinin öte tarafına gittim, o odanın altı yalçın kaya, uçurum, sonra deniz.

      Hülasa azizim. Bu öyle hain bir bela oldu ki bütün güzel bir yazın, bu kadının elinde şiirsiz sönüp gitmesine sebep oluyor.

      Şairden ayrıldığım zaman, onun sözleri hilafına bütün günlerini derin bir ümidin tatlı şiiriyle doldurduğuna kanaatim vardı.

      Aradan ne kadar zaman geçti bilmem, bir gün ona Ada vapurunda tesadüf ettim. Bana tekrar o kadını söyledi ve:

      “Ne yaptım bilir misiniz?” dedi. “O kadının yanına gittim, evet çünkü artık son günlerde çekilmez hâle gelmişti. Benimle eğleniyordu. Ben de pancurlarının açık kaldığı ve kocasının evde olmadığı bir gece ona gidip benimle niçin eğlendiğini sormak istedim.

      Sessizce evinin bahçesinin kapısını açtım ve kapanmayan pancurlarına tutunarak odasına girdim. Ortada masanın üstünde kırmızı kalpaklı bir lamba yanıyordu. Sol taraftaki odanın kapısı açıktı. Ayaklarım titriyordu. Oraya doğru yürüdüm. Dışarıda yanan lambanın aydınlığıyla burası hafif bir karanlık içindeydi. Evvelce burasının bir yatak odası olduğunu sanırdım, aldanmıyormuşum. Geniş, süslü karyola köşede duruyordu. Lakin o yatağında değildi. Gözlerimle karanlık odanın içinde onu aradım. Oh! O zaman orada gördüğüm hâli tahmin edemezsiniz…

      O, deniz tarafındaki pencerenin önünde, bir sandalye üstünde, başı omuzuna düşmüş, uyumuştu. Kucağında minimini ancak beş-altı aylık bir çocuk da uyuyordu. Açık pencerenin altı derin bir uçurum, sonra deniz…

      Ay, ufak bulutların arasından çıktıkça bu geniş denizin durgun sularını gümüşlüyordu.

      Yavrusunu benden, bütün dünyadan büyük bir dikkatle saklayan bu kadın şüphesiz, bu gece onunla burada oynadıktan sonra, kim bilir nasıl tatlı bir hülyaya gözleri dalmış, uyumuş kalmıştı.

      Uyuyan bu anneyle yavrunun yanında, itiraf edeyim