tecrübeyle hemen atıldı, paralarını topladı ve onluğu verdi geçti.
Şimdi gözleriyle Köprü üstünde biraz boş, biraz tenha bir taraf aradı. Arkasını Köprü’nün parmaklığına dayayarak avucunda tuttuğu paralarını saydı. Şükür ki tamam…
Orada, iki sal arasında balık tutanları derin derin seyreden bir ihtiyar efendiye yaklaşıp ondan Eyüpsultan vapurunun yerini, yolunu güzelce öğrendikten, inandıktan sonra parmağıyla Balık Pazarı’ndan, Yeni Cami’den, Bahçekapı’dan, rıhtım tarafından, Köprü’den dökülüp gelen halkın kaynaştığı yeri göstererek sordu:
“Efendi, burası nire?”
“Hürriyet Meydanı.” dediler.
Kendi kendisine mırıldanarak “Aman anam!” dedi. “Hele ki kurtulduk.”
ALTINBALIKLARI 29
Akşamın solgun renklerini doya doya içmek için insana tatlı bir istek veren çiçek kokularıyla ot kokularını getiren serin havası, senin ara sıra sebepsizce bulutlanan, mahzunlaşan taze gönlüne bir neşe, bir sevinç vermişti. Kolumda, pek zayıf dayanarak, asılarak yürüyor ve taze sesinle yapraklar arasında öten küçük kuşlar gibi söylenerek beni cevabını yetiştiremediğim sualler içinde bırakıyordun.
“Bak, bu çan seslerini işitiyor musun? Ne kadar derinden geliyor. Hâlbuki, ihtimal şurada şu hendek arkasından, görünmeyen bir koyun sürüsünden geliyor, değil mi? İnsan sanacak ki karşıki dağlardan geliyor. İşitiyor musun? Bu nazik ve ince kokuyu duyuyor musun? İnsan göğsünü bu kokulu taze, serin havayla doldurdukça yaşadığını anlıyor, değil mi? Söyle, sen bunları duyuyor musun? Bu güzel kırları, bak, güneş ne solgun ne gizli renklere boyamış değil mi?” diye soruyordun.
Ben senin yanında, senin kolunda ömrümün ağırlığını duymayarak, tatlı rüya görür gibi bu güzel mayıs akşamının bütün inceliğini emerek, uzunca bir yol yürüyenler gibi biraz yorgun, sana gülüyor ve cevap vermiyordum.
Bir zaman geldi ki benim bu yorgunluğum, bu hâlim sanki sana da geçti; yavaş yavaş gülen, söyleyen, kıpırdayan kırmızı dudakların soldu. Sessizce yanımda yürümeye başladın. Taze çimenlerin üstünde sürünüp yükselmiş otlara, açılmış çiçeklere baş eğdiren eteklerin, bizim sessiz dalgınlığımıza tatlı bir ninni gibi arkamızdan hafif bir hışırtı bırakıyordu.
Ömrümün en tatlı saatlerini yaşadığımı düşünüyordum. Sen, bilmem ne rüyalar içindeydin, ara sıra yüzüme bakmayarak bana bir sual soruyordun:
“Bu gelen köylüyü tanıyor musun? Ne korkunç adam.” diyordun.
Yahut:
“Biraz şurada durur musun, azıcık derenin bu durgun sularına bakalım.” diye beni kolumdan çekiyordun.
Ben, senin her emrine baş eğmekle bahtiyar, her söylediğini dinliyor; itaat ediyordum. Bir aralık:
“Artık yoruldum.” dedin. “Biraz oturalım.”
Derenin geniş bir yerindeydik. Yere yaydığım paltonun üstüne oturduk. Gözlerin ta uzaklara, erguvan dağlara çevrilmiş; ellerinle yanındaki otları okşuyordun.
Orada, derenin durgun, parlak yüzüne uzun sazlar başlarını indirmişlerdi. Bu sık sazlığın gölgesinden kurtulan yerlerde, derenin sakin suları, buğulanmış bir gümüş rengiyle görünüyordu.
Arkamızda güneş yavaş yavaş soluyor, gittikçe bütün ova daha kızıl bir renkle parlıyor; uzakta bir sürü inek, köyüne yavaş yavaş dönüyor, ot orağından dönen birkaç köylü, omuzlarında uzun tırpanlarıyla geçiyorlardı.
Derenin oturduğumuz yerden görünmeyen bir tarafında, serpmeyle30 derede avlanan bir adamın zaman zaman ağını derenin durgun sularına attığı işitiliyordu.
Sen, ilkin bunu duymuyor gibiydin. Sonra o ses yaklaştıkça dikkat ettin.
“Bu nedir? İşitiyor musun?”
“Bir serpmenin sesidir, sevdiğim.”
“Balık tutuyor değil mi? Ne kadar güzel!”
Birden yüzündeki düşünce bulutu uçtu. Ayağa kalkarak gözlerinle derenin eğrilen, kıvrılan yerlerinde avcıyı aradın.
“Ne olur biz de görsek.”
Beraber avcıyı görmek için yürüdük. Üstü başı yırtık, bütün gövdesini örten paçavralar ıslanmış, ihtiyar fakat dinç bir ortakçı, serpmenin uzun ipini koluna bağlamış, ucunda kurşunları sallanan ağını iki eline ayırıyor, bir kenarını dişleriyle tutuyor, derenin kenarında sazlar içinde yürüyerek avının yerini arıyordu.
Bizi görünce serpmenin kenarını dişlerinden bırakarak selamladı. Bir-iki adım daha yaklaştıktan sonra, kendince münasip bir yer bulmuş olmalıdır ki dereye sokuldu ve kuru, ihtiyar vücudu gerilerek serpmesini fırlattı. Elindeyken karışık bir iplik torbası hâlinde duran ağ, havada ilk önce yassı, sonra suya düşerken tam değirmi olarak hafif bir fısıltıyla uçtu. Suların durgun yeşil yüzünde hareli bir dalga bırakarak, iliştiği sazları yatırarak suyun dibine çöktü.
Gözlerin dikkatle açılmış, o mahzun hâlin geçmişti. Orada kolumu bırakmış, benden bir adım önde, bütün kuvvetinle onu seyrediyordun.
Avcı, elinde ipi silkeleyerek hafif, sanki balıklarını ürkütmek istemiyormuş gibi yavaş yavaş ağını çekiyordu. Bu ağdan ufak, iki-üç balık çıktı.
İhtiyar onları torbasına indirdikten, serpmeye ilişen yosun parçalarını temizledikten sonra, tekrar işine başlamıştı. İkinci ağ suya düşerken bana dönerek:
“Bu senin kısmetin.” dedi.
Onu bu sefer, ben de büyük bir dikkatle seyretmiş ve kısmetimi beklemiştim. Fakat ne kadar yazık ki bu ağ boş çıktı. İtiraf edeyim ki kalbimde bir acılık duydum sevdiğim; boş bir ağ, herhâlde iyi bir şey değildi. Fakat sana bundan bir şey hissettirmek de istemedim.
Balıkçıyla beraber biz de dere boyunda yürüdük. Üçüncü veyahut dördüncü ağ atılacakken ihtiyar köylü bana dönerek:
“Bu da hanımın kısmetine.” dedi.
Sen, birden bütün o genç ve neşeli hâlinle ona cevap vererek:
“Yok.” dedin. “Ben kendi ağımı kendim atmak isterim.” Ve bir lahzada yanına sokularak elinden serpmeyi alıverdin.
“Yorulursun, ıslanırsın, mümkün değil, bu kadar kurşun havada kolayca uçar mı?” diye, sana mâni olmak istiyordum. Bir yandan da köylü gülerek:
“Atamayacaksın, kolay değildir.” diyordu.
“Hayır, hayır bırakınız kendi kısmetimi deneyeceğim.” diye çırpınıyordun. Seni bir arzundan menetmek, benim için ne güç şeydi.
O köylü gibi kirli ipin bir ucunu koluna bağladın, başörtünü sıkıca boynuna sardın ve itiraf edeyim ki herhâlde birçok defa serpme atmış, serpmeyle avlanmış bir avcı gibi ağı bir kolunun üstünde toplamaya başladın. Derenin çamurlu suları üstüne damlıyor, kollarını ıslatıyordu. Büyük ciddiyetle gördüm ki hiç iğrenmeyerek derenin kumuna, çamuruna sürünen bu serpmenin bir ucunu inci dişlerinle tutuyordun. Büyük hırs, bir arzu seni şaşırtmış, çıldırtmıştı.
Yoldan geçen üç-dört kadın durdular, seni seyre koyuldular. Umulmaz bir kuvvetle dereye doğru yaklaşarak ağını fırlattığını gördüm. Fakat bu birinci serpmede muvaffak olamamıştın. İhtiyar köylü