tesadüf seni sevindirmek istemişti. Ağın sudan çıkan yerinde el kadar büyük bir balık göründü. Biraz daha, bir ikinci, bir üçüncü… Sudan çıkarken bir kere silkinerek zavallılar ölüyorlardı…
Bunlar, bu derelerde pek seyrek tesadüf edilen altınbalıklarıydı. O zaman, hepimiz sana yardım ederek balıklarını; büyüklü, küçüklü beş altınbalığını ağdan kurtardık, otların üstüne dizdik. Sudan dışarıda hiç dayanamayarak çabucak ölüyorlardı.
Senin bu muzafferiyetini hepimiz sevinçle karşılamıştık, köylü kadınlar imrenerek sana bakıyorlardı.
Islanmıştık. Balıklarını saza dizip sana veren ihtiyar köylüye bolca bahşiş vererek benimle beraber köye döndün.
Vukuatsız küçük köyde, yarıcılar, ortakçılar arasında senin altınbalıkların bir mesele olmuş, herkes duymuştu. Herkes sana kısmetli kadın diyordu.
Aradan iki uzun sene geçti sevdiğim; dün gece odama girdiğim zaman, bir tepsinin içinde, masanın bir köşesine konulmuş iki tane ufak altınbalığı gördüm.
Senin bol bahşişini alan, kıymetli bir hatıranı saklayan ihtiyar köylü, iki seneden sonra derede iki altınbalığına tesadüf edince kim bilir nasıl bir düşünceyle bunları bana getirmişti.
Karınlarının altı beyaz, arkaları altın gibi parlayan bu hayvancıklara bakarken gözlerimden yaşların yuvarlandığını, toplandığını duydum. Senin o hâlini gördüm, “Beni ne kadar seversin?” diye soran sesini duydum.
O zamandan beri senin hayalin gözlerimden ayrılmıyor, artık sensiz bu ömrün ağırlığı beni yıkmaya başlıyor, çıldırtıyor.
Beni bu hâl ile gördükçe bizim ihtiyar da derin düşüncelerle beni adım adım takip ediyor.
Dün gece, dışarıda rüzgâr derin uğultularla esiyor, korkunç bir soğuk bütün dünyayı donduruyordu. Geç vakte kadar rüzgârın bu vahşi uğultularını dinleyerek ocağın başında oturdum. Yalnız seni düşündüm.
Ömrümde boş bıraktığın yerde şimdi yalnız bu fırtınalar esiyor.
Böyle zamanlarda gece korkuludur. Uzaktan kulağıma gelen sesleri dinleyerek dalmışım. Ocakta odunlar yanmış, sönmüştü.
Birden seninle bahtiyar yaşadığımız yerleri görmek isteyerek çılgınca bir fikirle dışarıya fırladım. Başım ateşler içinde yanıyordu.
Bütün köy, üstü donmuş karlar altında, sessiz uykudaydı. Zaman zaman bulutlardan kurtulan ay, bu karları esmer bir aydınlıkla parlatıyordu.
Bütün ovalar bu iniltili rüzgârların altında kalmıştı.
Seninle o altınbalıklarını tuttuğumuz yerlere kadar koştum. Delice bir sıtma içinde karları ellerimle karıştırarak senin küçük ayaklarının izlerini aradım.
Senin ağının düştüğü yerde, şimdi dere donmuştu. Ben oraya yaklaştığım zaman, burada boş yere biraz su aramış bir yaban ördeği, kanatlarını buzlara vurarak uçtu. Sonra uzakta, ta uzakta vahşi, aç kalmış bir balıkçıl bütün rüzgârların uğultusunu yırtarak ovada aksedip kaybolan sesiyle haykırdı.
Oralarda senden hiçbir nişan kalmamış. Kutupta yalnız kalmış bir adam gibi korktum, sevgilim. Beni bu hâlde, böyle geceleri korkular, rüzgârlar içinde yalnız göreydin bana acır ve beni koynuna alırdın. Bana mezarcığının bir ucunda ufak bir yer verirdin. Ne güzel, orada seninle yan yana, bütün seni unutan bu dünyadan uzak, sessiz uykumuzu uyurduk.
Şimdi her gün, elimde boş bir ömürle, yalnız bunları düşünüyor ve bu kırları gezerek seni arıyorum. Senden kalmış bir iz, bir hatıra kovalıyorum, zavallı sevdiğim. Hâlbuki, gezdiğin yerleri kar örtmüş, buz kaplamış, her şey seni unutmuş…
VAKİTSİZ BİR EZAN
Güneş köyün kumlu yollarını kızdırmıştı. Dört-beş çocuk oynuyorlar; bir kırmızı horoz, bütün yiğitliği, bütün erkekliğiyle bir gübre tepeciğinin üstünde, tavuklarının ortasında hizmetini ifa eden bir nöbetçi gibi duruyor, boynunu dik tutuyor, kuyruğunun kenarında, boynunda parlak altın tüyler parlıyordu.
Çocuklar ilk önce kumdan bir fırın yaparak oynuyorlar, birbirine bağırıyorlar, çalışıyorlardı, sonra içlerinde büyükçelerinden birinin kulağına sanki birisi geldi, söyledi: “Haydi ezan okuyalım!..”
Bunu işittikleri vakit, fırın oyununu bıraktılar; bu ezan okumak fena bir fikir değil, bunu söyleyen çocuğun dayısı da meyzin!31 Biraz sonra, köyün küçük mescidinin tahta minaresine koştular, zavallı tahta minare… Gıcırdadı, sallandı, çoktan böyle gürültü, kalabalık görmemiş, böyle velvele duymamıştı. Böyle vakitsiz yoklanmaya alışmamıştı da… Mescitçiğin bir köşesine odun dikilmiş, üstünden eski bir araba tekerleği geçirilmiş, üstüne tahtalar döşenmiş, kenarına korkuluk yapmışlar, bu minarecik böyle olmuştu.
Bu minarecik köyün bütün evlerinden, bütün bacalarından yüksekti ve mescidin duvarının bir kenarından, odundan bir merdivenle çıkılıyordu.
Bu çocuklardan birinin dayısı olan ihtiyar meyzin ona acıyarak, gece karanlık havalarda elleriyle basamakları tutarak, bazı kere de o kadar yüksekliğe lüzum görmeyerek o tekerleğin altında kesik, titrek sesiyle ezanını okur; iki-üç cemaatle, bazen de yalnız kendi gölgesiyle namazını kılar, sonra da yatmaya giderdi.
Zavallı minarecik, bu ihtiyar efendisinin iyi bakmasıyla senelerden beri yağmurun, karın altında eriyor; içini kurtlar yiyor, tahtalarını yağmur çürütüyor, güneş kavuruyor, yavaş yavaş ömrünü tüketiyordu. Bir gün düşüp devrilecekti.
Çok zahmete katlanamayacak kadar kuvvetsiz olduğundan, genç çocukların ayakları altında çatırdadı. Lakin kim bakar?.. Onlar, dört-beş çocuk, yukarıda toplandıktan sonra, hepsi birden ezan okumak hevesini duydular. İlk önce birisi başlayacak oldu, ilkin minareye çıkmak aklına gelen hemen yumruğunu tıkadı, susturdu. “Ben okuyacağım!..” Ve okumaya başlayacaktı. Öteki kendini kurtardı, boğazına saldırdı. Bir üçüncüsü, ikisinin boğazlaşmalarından istifade ederek başlayacak oldu. Diğerleri bu defa onun üzerine atıldılar.
Minare sallanıyor, inildiyor, düşmek üzere bulunuyordu. Onlar, birbirinin yakasına sarılmış, gözleri dönmüş “Hele başla bakayım!”, “Hele vur bakayım!” diye bağrışıyorlar, hiçbiri vuramıyor, hiçbiri okuyamıyor, yalnız birbirini tartaklıyor, sarsıyor, hepsi birden de minareciği sallıyorlardı.
Bu savaşma arttıkça arttı, minarecik sallandı, sallandı nihayet çatırdayarak eğildi, kaldı…
Birbirinin yakasını bıraktılar, yere döküldüler… Zavallı minareciğin ihtiyar vücuduyla genç insan yavrularının yaralı vücutları birbirine karıştı. Yerden toz kalktı, feryatlar yükseldi, taze kanlar toprağa yayıldı…
Köylüler gürültüyü, bağrış çağrışları duyup kahveden, evlerden fırladılar. Kabahatin ihtiyar minarecikte olduğuna karar verdiler… Çürük minare devrilmiş, çocukları yaralamış, birinin de ölümüne sebep olmuştu..
İHTİYAR ÇİLİNGİR
Koyunpazarı’nda bir ufacık dükkân; bir küçük ocak yanıyor, bir ufak çocuk körük çekiyor. İhtiyarlamış, küçülmüş, ak sakallı, küçük yüzlü bir adam, gözünde çifte gözlük, minimini halkaları ateşte ısıtıp zincir bağlıyordu.
Ne hoş manzara, gözüm ilişti. Dükkânın önünde kaldım. Bir çilingir