Мемдух Шевкет Эсендал

İhtiyar Çilingir


Скачать книгу

beyi ilahiyle güveyi götürür gibi evine götürdükleri zaman bile kimse buna darılmamıştı.

      Vâkıâ bu hürriyeti anlamıyorlardı fakat bunun her kusuru bağışlayacak bir şey olduğunu duyuyorlar ve o kusurları bağışlıyorlardı.

      İşte, Marmara’nın uzak ve ücra bir köşesinde uyuyan bu küçük nahiyeciğe hürriyet böyle geldi.

1913

      EYÜPSULTAN YOLCUSU 26

      Bahçekapı’nın o dar yollarına sapmıştı. Hâlinden belli. Anadolu’nun yetiştirdiği o saf, lekesiz insanlardan biriydi. Kim bilir, nasıl bir rüzgâr, nasıl bir mecburiyet bu zavallı adamı köyünden kaldırıp buralara kadar sürüklemiş, bu dar sokağın ortasına atmıştı.

      Ayağında şalvarı, başında rengi soluk fesinin üstünde eskimiş şal sargısı güneşten yanmış, kavrulmuş yüzü, katmerleşmiş derisi, iri kemikli gövdesi, her yere anlamak isteyen bir dikkatle bakan gözleriyle zeki bir adam olduğu görünüyordu. Fakat geçen arabaların, insanların, bağıran düdüklerin, çatlayan kamçıların sesi, o gürültü, o kargaşalık kendini şaşırtmış, alıklaştırmış; başında bir uğultu, bir korkuyla yürüyerek bu dar yerlerden kurtulmaya çalışıyordu.

      Eyüpsultan’a gidiyordu. Köyünde, saatlerce süren ovalar, dağlar arasında yürüyüp bir ufak ses duymayan, bir insan yüzü görmeyen bu adamın şimdi bir dakikada yanından binlerce insan koşup geçiyor, koşuyor, arabalar koşuyor, tramvaylar koşuyor, her şey koşuyordu.

      İlkin dar bir yere geldiğinin farkında olmayarak yıkılan bir duvarın önüne çekilen tahta perdeye yapıştırılmış ilanlara bakıyordu. Sarı bir renk üstünde geniş ağzıyla gülen bir iri kafa, onun yanında kırmızı bir zemin üstünde yeşil boyalı bir sürü insan, havada uçan beyaz bir kuşa bakıyorlardı. Bunlara dalgın bakarken öteden gelen bir araba onu çiğneyecekti.

      “Hey sakallı, destur!”

      Her gelen ona çarpıyor, onu itiyor; o, dalmış, şaşırmış sallanarak yürüyordu.

      Yanındaki dükkânın camında baş aşağı asılmış yan yana dizilmiş bastonlar; birer tepecik yapılmış çoraplar, parlak kâğıtlara sarılmış mendiller, boyun bağları sıra sıra konulmuş duruyordu.

      “Yol versene baba.” dediler.

      Korkarak geri geri bir kenara çekildi, yol verdi. Dükkândan çıkan bir müşteri arkasından iterek:

      “Destur, geçelim.” diyordu.

      O, dakikadan dakikaya daha ziyade şaşırıyor, sıkılıyor, buradan kurtulmak istiyordu. Bunun için ne olursa olsun ileriye doğru atılmak isterken az daha cıgara ağızlığı satan adamın küçük camlı kutusunun üstüne düşecekti. Bir adım geri çekildi orada, içinden serin bir rüzgâr gelen yeşil bir kapının yanında, büyük demir parmaklıklı bir türbenin içinde yeşil sandukalarına27 örtülmüş beyaz yazma yemenileriyle yatan iki mezar vardı. Kapıda taze yemiş satan manava baktı.

      Onun da parlak gözleri, bu yurdundan uzak düşmüş yabancı adama bakmıştı. Bir toprağın, bir kanın iki saf mahsulü olan bu iki adam bütün çevrelerindeki kalabalıktan uzak, birbirine yakın olduklarını duyarak sokuldular:

      “Hemşehrim, burada yatan zat kimdir?”

      “Arpacı hazretleri.”

      Herhâlde ermiş bir zat olacaktı. Durdu, ellerini kaldırdı, Fatiha’sını okudu. Sonra tekrar hemşehrisine sokularak:

      “Bunlar nedir ki?” diye sordu.

      “Muz hemşehrim, ne niyetine yersen o olur derler.”

      “Tatlı mıdır ki? Hemşehrim, Eyüpsultan vapuruna nereden gideceğiz?”

      Ona anlattılar.

      Bir lahzacık bulunduğu yerden tekrar gürültüye atıldı. Fakat tatlıcı dükkânlarının kaymakları görülen baklavaları, sarığıburmaları, dönen kebapları ona gülüyor “Gel bana bak, gel bana bak.” diyordu.

      Kulaklarını dolduran, gözlerini kamaştıran, ağzını sulandıran bütün bu şeyler arasında yürüyemiyor; itiyorlar, kakıyorlar. Zavallı, gözleriyle görüp sürüklendiği, kulaklarıyla işitip kaçtığı, sakındığı bu şeyler arasında oradan oraya sallanıp duruyor ve ancak pek yavaş adımlarla ilerleyebiliyordu.

      Orada, biraz kuytu gelen bir dükkânın önünde, bir sarrafın camının yanında durdu. Orada parlayan birkaç altına derin derin baktı, sonra gözlerini yanındaki oyuncaklara, para keselerine, cep defterlerine çevirdi. Anlayamadığı binlerce ufak tefek içinden gözlerini ayıramıyordu.

      Yanına birisi sokulmuştu.

      “Vapur ister mi? Samsun, Trabzon, Bartın’a, Sinop’a, Akdeniz’e, Karadeniz’e…”

      Bu adam sayarken onun aklına memleket geldi. Ellerini şalvarının ceplerine sokarak gözleri karşıdaki kebapçının dükkânına dalmış, memleketini düşündü. Derin bir soluk göğsünü şişirmişti. Gurbette memleket ne tatlıdır… Bir dakikacık düşündü, acaba memlekete gidebilecek miyim?..

      “Hemşehrim, Afyonkarahisar’a gitmez mi? Ben oradan köye yayan giderim.”

      İlk önce ona söyleyen de şaşmıştı, acaba gider mi? Sonra, ona güldüler.

      Orada, bir dükkânın camı içinde süslü kadınlar, erkekler, çocuklar duruyordu. Bunlara derin derin baktı fakat vakit yok. Bir dakika arkasından koşup gelenler çarpıyor, itiyor, geçip gidiyor.

      “İhtiyar yol ver!”

      “Şöyle dur arkadaş!”

      Bir yandan araba “Destur!”, karşıdan gelen başka bir arabacı, dizginlere asılmış, “Sakallı, sakallı!” diye bağırıyor; tramvay düdüğünü çalıyor, “Varda destur!”

      Bir arabanın okundan kendini dar kurtararak karşıya geçti, gazetecilerin içine doğru gitti, orada soracaktı.

      “Eyüpsultan’a…”

      “İhtiyar ya dur, ya git!”

      Yerde kaldırım taşları sökülmüş, kaldırılmış, demirler uzatılmış. Bir yana bir tepe yığılmış. Bunların arasında, beygirsiz bir araba titreyerek, sarsılarak geziyor; borusunu öttürüyordu. Yılgın gözlerle bunlara baktı ve köşedeki tütüncüye soracak oldu:

      “Eyüpsultan vapuruna…” Ensesinden uzanan bir el para veriyor, bu taraftan bir ses kulağına “Tercüman!” diye bağırıyordu. Bir aralık sorabildi. Bir ihtiyar adam ona parmağıyla Köprü’nün ağzını göstermişti.

      “Baba yol ver, destur.”

      Ayağı bir demire takıldı, düşecekti. Oraya birikmiş sulara basarak çamurları etrafa saçtı…

      “Önüne baksana be adam!”

      Çamurlar, taşlar arasında yuvarlanarak, insanlara çarparak şaşırmış, yorgun, destan satan çocukları göğüsleyerek Köprü’nün kenarına kadar sokulmuştu; artık geçecek, Eyüpsultan vapuru elbette orada bulunacak.

      Birdenbire göğsüne dayandılar:

      “Para!” dediler. “Para!”

      “Ne parası?”

      “Köprü parası.”

      Anlamadı, etrafına baktı, birinden sormak istiyordu. Birini görse biri onun yüzüne baksa soracaktı.

      “Hemşehrim, benden para istiyorlar!” diyecekti.

      “Haydi