sarılıyorduk. Bu yüzden Perşembe gecelerini iple çekiyorduk. Şehitlerin bizi selâmlaması olağanüstü bir şeydi. Yaptığım ikinci hatmi onlara bağışlamıştım. Tüm bu olanlar, okuduğumuz Kurân hürmetine gerçekleşiyordu. Bu yüzden köyümün taşı toprağı maneviyat kokuyordu ve benim için çok özeldi. Kutsala olan muhabbetim, aşkım orada başlamıştı çünkü. Şehitlik Dağı ilk duraktı benim için. Yolculuğumun ilk durağı. Aşkımın ilk filizlendiği, kalbime ilk işlediği zamandı. Aşk, önüme altın tepsilerde, altın kâselerin içinde sunuluyordu ve ben o şerbeti yudum yudum içiyordum.
Yedi yaşındayken oruç tutmaya başladım
Oruç tutuyordum ama gizli gizli su içiyordum. Kimse görmez sanıyordum. Çocukluk işte. Rabbimin Basîr ismi şerifini o zamanlar idrak edemiyordum. Sonra sonra öğrendim Rabbimin Basîr olduğunu. Rabbim her şeyi gören, kendisinden hiçbir şey saklanmayandı.
Ramazan ayında evimizde ayrı bir iklim oluyordu. Toplu teravih namazları, hep birlikte okuduğumuz Kurânlar. Kurân sayfalarını aynı anda çevirmemiz ayrı güzeldi. Tek yürek oluyorduk. Sayfaları çevirirken çıkan o ses birliğimizin göstergesiydi. Tuttuğumuz oruçlar ve sonunda iftar sofrasında toplanarak dualar eşliğinde ezanın okunmasını beklememiz mutluluk veriyordu. Ramazan, evimize neşe ve huzur getiriyordu. Bu ay bizi birbirimize kenetliyordu. Rabbim Kerîm’di. Lütfu, ihsanı bol olan, karşılıksız çokça ikram edendi ve rahmetini üzerimize sağanak sağanak yağdırıyordu.
On bir yaşındaydım
Ramazan ayının kıymetini bilmiyordum ama içinde birçok güzellik barındırdığını fark ediyordum. Köyümüzün camisinde hanımlar için bir program hazırlamıştık. İlk sohbetimi o zaman yapmıştım. Konu neydi hiç hatırlamıyorum fakat çok heyecanlı olduğumu ve hararetli hararetli anlattığımı hatırlıyorum. Anlattıkça açılmıştım. Sesim gürleşmiş, içimdeki muhabbet artmıştı. Böylece çember genişliyordu ve gönlümde, etrafımdaki insanlara karşı merhametim artıyordu. Zaman artık benim için farklı akıyordu. Farklı haller yaşıyordum. Rüyalarım tecelli ediyordu. Hayal ettiğim şeyleri rüyalarımda görüyordum. Ve bu rüyalar farklı farklı zamanlarda gerçekleşiyordu. Günün birinde Medine-i Münevvere’ye gittiğimi gördüm. Uyandığımda bütün gece bulutlarda uçmuşum gibi bir his vardı içimde. Medine’ye gitmeyi hayal bile edemezdim o zamanlar. Oralara ancak yaşlanınca gidilir sanıyordum. O kutsal toprakları, hacıların hediye getirdikleri fotoğraflı dürbünlerden görüyordum sadece. Mekke ve Medine’ye “Allâh’ın Evi” diyordum. Bir yer vardı uzaklarda. Benim için erişilmesi mümkün değildi. Dualarımda gizliydi. “Allâh’ım sana gelmek istiyorum,” diyordum. “Senin evine gelmek istiyorum,” diye yakarıyordum içten içe. Ben gidemiyordum ama o kutsal mekânlar rüyalarıma geliyordu. Rabbim lütfunu gösteriyordu. Şehîd olan Rabbim yine rahmetini oluk oluk akıtıyordu.
Tarihi yerlere gitmek, oraların tarihini öğrenmek çok ilgimi çekiyordu
Ayrı bir hazzı vardı benim için. O yaşlardaki ilk gezim Ağrı İshak Paşa Sarayı’na olmuştu. Oraya girer girmez kendimi bir zaman yolculuğu içinde buldum. Bambaşka bir atmosfere adım atmıştım. Kırmızı taşları üst üste koyan eller. Onları oyarak şekil veren, tasarlayan zihinler. Belki de İshak Paşa o görkemli, ince ince oyulmuş kapıdan içeri her girdiğinde gözlerini kapatarak rüzgârın sesini dinliyordu. Ya da belki sarayın yakınında bulunan Ahmed-i Hani Hazretleri’ne selâm veriyordu. Belki de beni o kadar etkileyen şey, o mübareğin orada olmasıydı. O’nun orada olduğunu bilmiyordum. İçimde bir şeyleri orada bırakıp da eve dönmüştüm sanki. Hatta içimdeki o şey hep eksikti ve o eksik olan şeyi arıyordum gittiğim her yerde. Gün be gün inşa ettiğim bir mozaik tablosu ve kayıp taşları. Tarihe olan ilgim bile ondandı. Oraya olan özlemimden! Asr-ı Saâdet’e. Asr-ı Saâdet’i Asr-ı Saâdet yapana. Tarih beni eskimeyene götürsün istiyordum. Götürsün ve bir daha geri getirmesin.
Yirmi beş yaşım
İlk umremi yaptığım yaş. Öncesinde aldığım nefesi verdim diyene kadar geçen seneler. Beyhude geçen onca zaman. Nefsim ile tanışmam. Kimi zaman yenik düşmem isteklerine. Yabancı bir ülkede atıldığım iş hayatının gölgesinde üşüdüğüm yirmi beş yaşım. Yol boyu düşündüm. Gökyüzünü. Sırlı kapıların ardı ardına açıldığı o mekânı. Geceleri avunduğum karanlık aynayı. Yıldızların arasında aradığım cennet bahçelerini. Bazen saatlerce, zamanı unuturcasına, içimdeki tufanı dindirmek için yalvaran bakışlarla nöbet tuttuğum engin boşluğu düşündüm. Hayallerimde bulduğum huzuru. Her gece onlara sarılarak uyumamı düşündüm. Dünya derdini dert edinmediğim, güzelliğine tamah etmediğim nadide zamanlarda gönlümün nasıl sürura gark olduğunu düşündüm. Ve bir rüya ile sarsılmamı. Yine hayallerime açılan kapının rüyamdan geçmesi gerçeğinin çarpıcılığı. İnsanı kendine getiren, özünü hatırlatan bir rüya. Henüz gidememiştim ama o gelmişti. Kâbe’m. Kalbi dergâhım. Sevdaya dair ne varsa yoluna serdiğim kara gözlüm.
Rüyamda kalabalığın önünde hızla yürüyordum. Bir yerlere gidiyordum. Gittiğim yer, Aşkın Mekânı’ydı. Sevdalıların buluşma yeriydi. O yer, Mekke’ydi. Kalabalıktan önce varınca, zafer kazanmış asker misali, “Ben kazandım, geldim,” diyerek sevinç çığlıkları atarken gökyüzünde Beytullâh’ı görmemi düşündüm. Belki de o gördüğüm kalabalıklar yirmi beş yaşıma kadar beni boğan nefsimin oyunlarıydı. Kâh ağlatan kâh güldüren dünyanın halleriydi belki. Anlamıştım. Artık hayallerimin gerçek olma zamanı gelmişti.
İlk umremdi
Korkuyordum çünkü bilmiyordum Mekke ve Medine nasıl bir yer. Neyle karşılaşacaktım? Kâbe nasıl bir yerdi? Onu gördüğümde nasıl hissedecektim? O devasa kalabalığın içinde ibadetlerimi yapabilecek miydim? Ardı ardına sorular aklıma diziliyordu. Bu düşünceler içinde boğulurken, kendimi pencerenin pervazına atmıştım. Uzun uzun yine gökyüzüne baktım. Gönlüme bir ferahlık geldi o an. El-Veliyy olan vardı yanımda. O, inananların dostu ve yardımcısıydı. Vekîl olana tevekkül ederek içsel yolculuğuma başlamıştım.
Zaman nasıl aktı bilmiyorum ama gün gelip çatmıştı
Kutlu yolculuğa saatler kalmıştı. Sabahın nurunda hazırlanmıştım bile. Allâh rızası için iki rekât namaz kılıp Allâh’a halimi arz etmiştim. Gaflet içinde seneler geçirmiştim ve bu günahın yükünü sırtıma yüklenmiştim. Böyle bir yükle huzuruna gidiyordum. Bana merhamet ederek çağırdığı için de şükrümü eda ederek yola çıkmıştım. Zaman geçmiyordu. Kâbe’yi ilk kez görenin duası kabul olurmuş diye zihnimde sürekli tekrarlanan bir duam vardı. Teslim olmuştum ve duamın kabul olmasını heyecanla bekliyordum.
Bir yandan da her geçen saniye korkum artıyordu. İlk kez tek başıma yolculuk yapıyordum ve ilk kez yabancı bir ülkeye gidiyordum. Uçak, Cidde, otobüs, aktarma derken Mekke’ye varmıştık ve Beytullâh’a kavuşmaya dakikalar kalmıştı. Neyse ki salimen gelmiştik ve korkularım azalmıştı. Otelden çıkmadan önce tekrar iki rekât namaz kılıp halimi arz etmeye çalıştım. Mahcuptum. Affa muhtaçtım. Rahmetine taliptim. Varlığımı onu var edene emanet ederek Kâbe’ye gitmek üzere otelden çıktık. Yürüme mesafesindeydi. Biraz yürüdükten sonra önümde oldukça ihtişamlı, kocaman mermer bir yapı, devasa kapılar görünce hemen sordum, “Kâbe burası mı?” diye. Gecenin karanlığına sırtını dayamış öyle güzel parlıyordu ki beni benden almıştı. “Kâbe oranın içinde,” dedi hocam. Kendi kendime, “Dışı böyle ise içi nasıldır kim bilir,” dedim. Korkularımın yerini heyecan almıştı o andan itibaren. Daha Kâbe’yi görmeden dualarım kabul olmuştu. Çağırılmıştım, Rabbimin misafiriydim.