pası silivermişti. Ruhum bedenimden hicret etmiş, bedenimden önce tavafa başlamıştı. Kendimi aşk ummanına atılmış gibi hissettim. Tavafa başladım. Döndükçe yüzüyordum, yüzdükçe bedenim ve ruhum şifa buluyordu. Eşsiz bir hazdı. Sarhoş olmuştum. Dilimden sadece hamd sözcükleri dökülüyordu. Bu ne büyük lütuftu! Ne büyük ihsandı! Rabbim ile baş başa anlar. O aşk sarhoşluğu ile Rabbimize sonsuz şükrederek say ibadetine geçtik. Hacer Validemiz gibi teslim olmuştum. Gözüm hep Kâbe’deydi. Sütunların arasından göz göze geliyordum. Her seferinde içimde bir volkan patlıyordu. Say ibadetini de bitirince ihramdan çıktık. Otelimize döndük. Dinlenmeye çekildik.
Uzandığım yerde gözlerimi tavana dikip düşünüyordum. Aşk, tohumlarını ekmişti yüreğime ve her dakika filizleniyordu. İki cihan saadeti sunuyordu Rabbim. Bu dünyamı da ahiretimi de âbâd edeceğini vaat ediyordu. Rabbimin Hay ismi şerifi ile yeniden doğuyordum sanki. Orada geçen her saniye yeni yeni şeyler öğreniyordum. Öğrendiklerim beni hakiki muhabbete sürüklüyordu. Manasını bilmesem de yapmam gereken ibadetlere odaklanmıştım. Hemen hemen hiç uyumuyordum. Ayaklarım şişene kadar tavaf ediyor, mecnun misali, döndükçe dönüyordum. Duyduğum her bilgi kırıntısını bir kenara not ederek uyguluyordum. Acizliğim, bilgisizliğim her köşede karşıma çıkıyordu. Eksiktim. Tamamlamam gereken çok şey vardı. Tebliğ etmek, kardeşlerime de faydalı olmak istiyordum. Kutsal topraklara layık olabilmek istiyordum. Korktuğum şeylerden emin kılmıştı beni. Kendimi harikalar diyarında hissediyordum. Kâbe’den ferah esintiler vuruyordu. Rahatlıyordum. “Sabret, her şey zamanla oluşur, gayret et,” diyordu sanki. “Nasip et,” diye yalvarıyordum. Kalbim devamlı tazarru halindeydi. “Nasip et, aşkını nasip et,” diyordum. “Aşkına dair ne varsa beni karşılaştır, bahtımı açık eyle,” diyordum. Dua ettikçe sabrım, sadrım genişliyordu. Aşktan bîtap düşüyordum. Sarhoşluğu sarmıştı benliğimi. Günler geçmesin istiyordum. Aşk şerbetini içtikçe susuzluğum artıyordu. Senelerce aç kalmış ruhum doymuyordu. Vücudum bitkin düşüyordu. Bir gün sabah namazında uyukladığımı hiç unutmuyorum. İmamın, “Allâhu Ekber!” demesiyle irkilerek uyanmış, devamında yine uyuklamıştım. Kıyamda, rükûda, secdede! Uygunsuz da olsa bu halime doyamamıştım. Orada yaptığım her şeyin ayrı tadı vardı. Rahmeti kuşatıyordu. Sevgiyle sırtımı okşuyordu sanki. Namazın sonunda arkadaşlarla buluşacaktık. Merve tepesine çıkış kapısında beklerken kaldırımda uzanarak taşın üzerinde uyumuştum. Uyuduğum en güzel uykuydu. Kuş tüyü yastıklardan daha rahat, daha konforluydu. Hangi aşk kaskatı olmuş taşı yumuşak eyler diye düşünmüş, defalarca şükretmiştim.
Bu sevdanın yükü ağırdı. Yüreğim taşımayacak kadar bîçareydi. Dünya sevdasını gönlümden silmeye karar vermiştim. Bu sevdaya taliptim artık. Sabır gerekiyordu ama bu sabrın lezzeti başkaydı. Başaracaktım, başarmalıydım.
Her şey rüya gibiydi. Birkaç fotoğraf ve notlarım olmasa, gitmiş olduğuma şüphe edeceğim. Çoğu şeyi hatırlamıyorum. Toprağa düşen cemre misali yüreğime düşen o aşk kıvılcımı ve gönlümdeki ince sızı hariç. Ondan sebep Kâbe’m, gönül sızım, diye severim her anışımda.
Kâbe’ye ilk dokunduğumda gözlerimi sımsıkı kapatmıştım
Ellerimle dokunarak kaydetmeye çalışmıştım. Özleyince böyle hasret giderecektim. Muhteşem bir akım hissediyordum her dokunuşumda. O akım iliklerime kadar aşkı iletiyordu. İçim içime hiç sığmıyordu. Gözümü açarak etrafıma bakınca, nice dokunanlar olduğunu gördüm. Binbir çeşit insan ile aynı hisleri paylaşmak, aynı gaye uğruna orada olduğumuzu bilmek dokunuşumu daha bir güzelleştirmişti. Hepimiz tek yürektik. Kalpler bir noktada atıyordu. Hepimizi seviyor, ayrı ayrı ilgileniyordu Kâbe’m. Her bir azamızla günah işleyerek gelmiştik. Tövbe ediyorduk. Affolunduğumuzu hissediyorduk. Beytullâh’a kabul edilmiştik. Ve bu kabul ediliş her an şükrümüzü artırıyordu.
Bir ayetin gönlüme nakşedildiğini hissediyordum. “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz!” Rahman sesleniyordu. O seslendikçe gönlümdeki şükür hali coşuyordu. Daha çok şükretmek, daha çok Rabbimi anmak istiyordum. Hiçliğimin farkına varıyordum. Akarsuda sürüklenen küçük bir saman tanesiydim. Rabbim beni yönlendiriyordu. El-Cebbâr olan Rabbimin kudreti ve lütfuyla karşılaşıyordum her yerde.
Yirmi altı yaşıma orada girdim
Yeniden doğmuş gibi hissediyordum. Rabbimin lütfettiği aşk kendinden öncesini sıfırlamıştı. Gönlüme teslimiyet nakşedilmişti. Güveniyordum Rabbime. Herkesten, her şeyden daha çok güveniyordum. Emindim. Dostluğunu hissediyordum. Her daim yanımda olacağını, bana yarenlik edeceğini hissediyordum. Beni koruyordu. Gözetiyordu. Sırtımı sıvazlıyordu. El-Mümin olan Rabbim kalbime sekine vermişti.
Gözüm Kâbe’den başka şey görmüyordu
Mekke’deki ziyaret yerlerine gidiyorduk zaman zaman. Hemen geri dönmek istiyordum. O mekânlar da güzel ve anlamlıydı ama daha ayrılmadan onu özlemeye başlıyordum. Her baktığımda yeniden âşık oluyordum. Kara sevdaya tutulmuştum. Ayrılık vakti yaklaşıyordu. Düşünmek istemiyordum hiç. Kalbimde oyuk oyuk yaralar oluşuyordu. Kutlu diyardan ayrılıyordum. Hasreti yüreğimi yakıyordu. Hazreti İbrâhim a.s. gibi ateşe atılmıştım. Kor alevler içindeydim. Bir yandan cayır cayır yanıyor, bir yandan da serinlemiş hissediyordum. Yol boyu tekrar tekrar gelebilmek için dua ettim. Bindiğimiz otobüste hocamızın konuşması ile toparlanmaya başladım. Nihayetinde Medine-i Münevvere’ye yolcuyduk. Kâinatın Efendisi s.a.v.’e konuk olacaktık. Dilimden Şeyh Ahmet Yasin Efendi’nin yazdığı şiir dökülmeye başladı.
GEL
Gel buluşalım
Gel barışalım
Gel birleşelim
Gel beni sende değil
Gel beni bende gör
Gel bilişelim de kendimizi
O’nda görelim
O kim mi?
O Efendimiz ‘sallallâhu aleyhi ve sellem’
O Sultanımız
O gözümüzün nuru
O sebebi kurtuluşumuz
O kim mi?
O âlemlere rahmet
O Mahmud Mustafa
O gökte Ahmed
Yerde Muhammed ‘sallallâhu aleyhi ve sellem’
Gel, kendimizi O’nda görelim
Şimdi de Kutlu Şehre misafirdim
Çok salavat getiren kişiyi Resûlullâh Efendimiz s.a.v.’in bizzat karşılayacağını duymuştum. O andan itibaren dilim salavât-ı şerif ile ıslak kaldı. Bir yandan da kilometreleri sayıyordum. Günahım çoktu. Bunca lütfa layık değildim. Bilinçsizdim. Gaflet perdesini yırtmak kolay değildi. Ama gayret ediyordum. Günah kirinden arınmak istiyordum. Medine’yi uzaktan görür görmez saf bir şekilde gözlerim Efendimiz s.a.v.’i aramaya başladı. Her sokak ayrımına, her evin köşesine dikkatle bakıyordum. Göremeyince hüzne boğuluyordum. İçimde açan güller soluyordu. Hani görecektik diyordum. Umudumu diri tutmaya çalışıyordum. Mescid-i Nebevi’yi ilk gördüğüm zaman için de duamı hazırlamıştım. “Yâ Nasip,” diyecektim. “Yâ Rab! Tekrar tekrar gelebilmeyi nasip eyle, bu topraklardan beni mahrum eyleme,” diyecektim. Medine’ye girmeden bazı aksaklıklar oldu. Geceyi yakın bir yerde geçirmek zorunda kaldık. Ravza-i Mutahhara’nın iki adım ötesindeydik ama ona ulaşamamıştık. Üşümüştüm. Yol yorgunluğundan bedenim güçsüz düşmüştü. Nihayet mescidin kapısına geldik. Rüya, hayal, gerçek arası