r Kaya Akıncı
Arafta UyanışÖyküler
31 Mart 2019'da kaybettiğim, Almanya macerasına atılacak cesur yüreği ile önümüzü açan babacığıma ithafen.
TEBRİK VE BEKLENTİ
En büyük merakım Avrupa’daki Türk insanıydı. Çünkü yakınlarımdan da gidenler vardı.
1960’lı yıllardan itibaren Almanya, Fransa, Hollanda, İsviçre, Avusturya… hangi ülke istemişse oraya işçi göndermiştik. Çoğu vasıfsız işçiydi. Çoluğu çocuğu memlekette bırakıp yalnız başlarına gitmişlerdi. Çalışacaklar, kazanacaklar, biriktirecekler, döneceklerdi. Biraz memleketin ve memlekette bıraktıklarının özlemiyle yaşayacaklardı, o kadar. Kazanıp biriktirmenin elbette bu kadarcık bir bedeli olacaktı. Bu bedeli öderken para kazanacaklar, en kısa zamanda döneceklerdi. Ele güne muhtaç olmadan, rahat, huzurlu yaşayacaklardı.
İlginçtir, pek azı dışında kimse dönmedi.
İşini, sağlığını kaybedenler, yuvasını dağıtanlar oldu, dönmediler.
Benim merakım giderek daha da artıyordu. Köyümüzden Almanya’ya, komşu köylerden İsviçre’ye, Hollanda’ya dillerini bilmeden, kültürlerini tanımadan gidenler oralarda nasıl yaşıyorlardı? Yaşadıkları ülkelerin insanlarıyla nasıl anlaşıyorlardı? Ne yiyorlar ne içiyorlardı? Anne, baba, eş, çocuk, vatan hasretine nasıl katlanıyorlardı? Ezan sesi duymadan, çan sesi dinleyerek yaşamaya alışmışlar mıydı? İçlerinde din ve milliyet değiştirenler olmuş muydu?
İzne geldiklerinde tanıdıklarımla sohbeti koyulaştırıp merak ettiklerimi soruyordum. Yazmaya hevesli bir genç olarak anlamak ve yazmak için soruyordum. Ne var ki amcam dahil kimseden beni tatmin edecek cevaplar alamıyordum. Hemen herkes sözü yuvarlayarak, dolandırarak, kenarından köşesinden eksilterek konuşuyordu. Sanki söylenmesi gerekenlerin bir kısmını söylemiyorlardı. Ya da bana öyle geliyordu.
Kısmette varmış, kendimi geçici görevle Batı Almanya’da buldum. (O zamanlar Doğu Almanya da vardı ve ayrı bir devletti. İki Almanya arasında yüksek duvar vardı.) Tanımadan, bilmeden yazmak olmazdı. Beş buçuk yılın neredeyse bir yılını tarafsız, önyargısız tanımaya, bilmeye, öğrenmeye ayırdım. İyi, kötü, güzel, çirkin adına pek çok şey gördüm, dinledim, öğrendim. Kafamdaki soruların çoğu cevaplanınca Avrupa’daki insanımızın hikâyesini yazmaya başladım. Herkesin Avrupa’da yakınları vardı, yazdıklarım ilgiyle karşılandı. Hatta ödüllendirildi.
Avrupa’daki insanımız için hikâyelerimin satır aralarında biraz tereddütle söylediklerimi bugün yüksek sesle haykırıyorum. Dil gidince her şey gidiyor. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Çünkü gördüm. Otuz yıl sonra gittim, öğrencilerimi, öğrencim olmayanları, onların çocuklarını gördüm. Nasıl yaşadıklarını, nasıl konuştuklarını, nasıl düşündüklerini gördüm. Dilini kaybedenlerin tarihini, kültürünü, kimliğini de kaybettiklerini gördüm. Dilini kaybedenlerin başkalaştıklarını, kültürler arasında dağıldıklarını, “Ben kimim?” sorusuna cevap veremediklerini gördüm.
Avrupa Türklüğünün dilini unutmaması, unutanlar varsa -ki var- tekrar hatırlaması, öğrenmesi gerekiyordu. Bunun için de Avrupa’da yaşayan, kimliğini kaybetmemiş, Türkçe düşünüp Türkçe yazan yazarlara ihtiyaç vardı. Avrasya Yazarlar Birliği olarak “Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi”ni bu amaçla başlattık. İki yıl Osman Çeviksoy’la atölye çalışmalarına devam eden, Yakup Ömeroğlu ile kültürel sohbetlere katılan arkadaşlarımız hikâyeleriyle “Kardeş Kalemler” dergimizde ve dönem sonlarında yayımladığımız “Kardeş Sesler” ortak kitaplarımızda yer aldılar. “Mürekkebi Kurumadan” okumalarımıza katıldılar. Şimdi de bu arkadaşlarımızdan Binnur Tüzün, Erkut Dinç, Gülnur Kaya Akıncı, İdris Asilkan Sünbül ilk müstakil hikâye kitaplarını yayına hazırlayarak edebiyat dünyasına ilk büyük adımlarını atmış oldular.
Arkadaşlarımızı tebrik ediyor, bundan sonra da sürekli gayret ve ciddiyetle yazmaya devam edeceklerine inanıyoruz. Zaman içinde kitaplarının kalite ve sayılarını artırırlarken Avrupa’da yeni yazarların yeni şairlerin yetişmesine, Türkçe’nin yeniden boy verip güçlenmesine vesile olmalarını bekliyoruz. Yolları açık, kalemleri işlek ve güçlü olsun.
HAYATA TUTUNMAK
“Beni yaz!” diye sizi sürekli rahatsız eden bir konudan kurtulmak üzere masaya otursanız, başlasanız yazmaya, beğenmeyip yırtsanız, yeniden başlayıp yeniden yırtsanız, bu böyle ilk akşamdan gece yarısına kadar devam etse, yorulsanız, sıkılsanız, terleseniz ve sonunda istediğiniz gibi yazamayacağınızı anlasanız, içinizdeki “Beni yaz!” diyen ses de susmuş olsa, ne yapardınız? diye soran biri olsa, “Denemekten asla vazgeçmezdim, çünkü böyle bir lüksüm yok.” derdim.
Yazmak benim dünyaya meydan okuma şeklim: En etkili silahım, dilim ve kalemim.
Kâh konuşarak kâh yazarak kâh okuyarak bugünlere geldim ben.
İçimdeki ses, sesler… belki bir zaman için küserler ama asla susmazlar.
Onları susturmanın en güzel yolu, duygularımı kâğıda dökmekten geçti her zaman.
Kendimi yalnız ve korumasız hissettiren yüklerden kurtulmak için yazdım. En mutsuz anlarımda kâğıda döktüklerim, evrene gönderdiğim mesajlarım, toprağa ektiğim tohumlarım, tesellim oldular.
Çocukluğumdan beri en yakın dostum olan kitaplar, bana hayal dünyamın kapılarını açan, kuvvet ve özgüven veren, sihirli anahtarlarımdı.
Dokuz yaşında tanıştığım, lisanını, âdetlerini ve işleyiş şeklini bilmediğim, bu yabancı ülkede yeni bir hayata başka türlü nasıl tutunabilirdim?
Aileme, özellikle anneme duyduğum hasret beni Almanya’ya getirdi.
Türkiye’de çok başarılı bir ilkokul öğrencisi iken, kendimi bir anda, farklı ülkelerden gelen öğrencilere, Almanca dil dersi verilen “yabancılar sınıfında” buldum.
Her şey o kadar yeni ve ürkütücü idi ki…
Ablam Türkiye’de kalmak istediği için, evin büyük ablası olmuştum. Komşularımız arasında sadece bir tek Türk ailesi vardı. Diğerleri Alman veya Avrupa ülkelerinden gelen yabancı ailelerdi. Kardeşlerimin en büyüğü beş yaşında, en küçüğü üç aylık olduğu için arkadaşlık yapabileceğim bir yaşıtım da yoktu. Türkiye’de eğitimimize çok önem veren, öğretmenlerimiz ile her daim irtibatta olan annem, dilini bilmediği bu ülkede bana yardımcı olamadığından bu yolda da yalnızdım.
Babam, kaldığımız kasabayı “Türk okulu” var diye, özellikle seçmişti.
Türk okulunda haftanın iki günü, öğleden sonra iki saat, Türkiye’den gelen öğretmenimizin verdiği “Türkçe kültür dersleri” vardı. Bu derslere Ereğli’de kullandığım siyah ilkokul önlüğümü giyerek katılıyordum. Davranışımı yadırgayan sınıf arkadaşlarım arkamdan dalga geçip gülerken, geride bıraktığım vatanıma, doğduğum şehre, okuluma, arkadaşlarım ve en çok da aniden kaybettiğim çocukluğuma özlemim o kadar büyüktü ki, siyah önlüğümle alay edilmesi umurumda değildi.
Dilini anlamadığım Alman okulunda kendimi yetersiz ve aciz hissederken, Türk okulunda adeta kanatlanıyordum. Türkiye›den yeni geldiğim için, derslerdeki bilgilerimin buradaki öğrencilere göre çok ileri olması özgüvenimi artırıyordu.
İkinci senemde, çok sevdiğim Türkçe kültür dersi öğretmenimin sağ kolu olmuştum. Alt sınıfların derslerinde artık yardımcı öğretmenlik yapıyordum. Bu sayede Almanca dil derslerime de şevkle devam ettim ve bir yıl gibi kısa bir sürede yabancılar sınıfından, Alman okulu 5. sınıfına geçiş yaptım.
Şu an yazdığım hikâye beni eskilere, çok başarılı olduğum Almanca kompozisyon derslerine götürdü.
Matematikte oldukça zayıf olan ben, Almanca diksiyon konusunda yerli arkadaşlarımdan daha yetenekliydim. Bu başarıya o kadar çok ihtiyacım vardı ki. Ana dilime olan sevgim, Alman dili için de gelişmişti.
Öyle de olmak zorunda idi. Zira o dönemde ailece yaşadığımız bir trajedi, dilim olmadan bu