Gülnur Kaya Akıncı

Araf'ta Uyanış


Скачать книгу

çocuğun annesiydi. Karnı acıkana yemek, ağlayana mendil verir, düşüp dizini yaralayan çocukların yarasına merhem sürerlerdi.

      Ablalar ile ağabeyler ise küçüklere bakıyor, onları kayıkla gezdiriyor, oynatıyor, bisiklete binmeyi, yüzmeyi, bazen de gırgır olsun diye küfretmeyi dahi öğretiyorlardı.

      Bu güzel ortamda birlikte yetişen gençlerin arasında, evlilikle sonuçlanan taze aşklar yeşeriyordu.

      Çocuklarımızın sünnetinin kına gecesini sitemizin bahçesinde, rengârenk balonlarla süslediğimiz çardağımızın altında, canlı müzik eşliğinde dans ederek, havai fişek ile kutladığımızda takvimler Ağustos 1998’i gösteriyordu.

      En mutlu olduğumuz yıldı. İki oğlumuz burada sünnet olmuş, gözyaşlarını buradaki ağabeylerinin, ablalarının sevgileri ile kurutmuşlardı. Hep birlikte harika bir sünnet düğünü yaşamış, doyasıya eğlenmiştik.

      Bir sonraki yaz tatilimiz için Temmuz 1999‘da geldiğimiz sitemizde, çok sevdiğimiz komşularımızla, yine çok mutlu olduğumuz ilk üç haftamızı birlikte geçirmiştik.

      Ağustos ayındaki güneş tutulmasını, sahilde beraber izlemiş, tutulma esnasında gölgelenen güneşin estirdiği soğuk hava hepimizin içini ürpertmişti. Kıyamet senaryoları yazıp, şakalar yapmıştık. Cennette şununla şu olacak, cehennemde şunlar olacak diye…

      Ertesi günün gecesi, sitemizin gençleri ellerindeki bir dürbünle, heyecanla camımızı tıklattılar.

      Gölcük istikametinde, gökyüzünde parlayan ve sürekli kendi etrafında dönen, rengarenk bir ışık topu görmüşlerdi. Elimizdeki dürbünle hepimizin sırayla, kâh hayranlık kâh hayretle izlediğimiz bu doğa olayı gerçekten çok muhteşemdi.

      Bugünkü bilgilere göre o dönemde yaşanan gökyüzündeki renkli ışıklar, çöl sıcakları ve sakin olması gereken denizin dalgalı olması gibi olaylar, birer deprem habercisi sayılsa da o tarihte bundan kimsenin haberi yoktu.

      Bu arada eşimin ailesi, Türkiye’ye geldiğimizden beri bizi, Antalya’da beş yıldızlı bir otele, tatil yapmaya davet ediyordu.

      Ben komşularımla sitede o kadar mutluydum ki, eşime: “Sen çocukları al git, ben evimde komşularımla kalayım, burası benim beş yıldızlı otelim.” diyerek, gitmeyi reddediyordum.

      Ama eşim çok fazla ısrar edince, bavullar toplandı ve biz depremden iki gün önce evimizin kapısını kilitleyerek tam yola çıkmıştık ki, eşime: “Dur! Geri dön.” dedim. Nedense içimde bir ses “Evin sokak kapısının dışındaki metal kapıyı da kilitle!” demişti.

      Aynı iç sesimi dinleyerek, bir gün önce de ziynet eşyalarımı, kuyumcu dükkânı olan bir büyüğüme, kasaya koyması için emanet etmiştim.

      Bütün bunlar olurken hiçbirimiz, evrenin yaratıcısının her insana özel çizdiği yolun, önemli bir ayrımına doğru ilerlediğimizin farkında değildik.

      Otel tatilimizin üçüncü sabahı, televizyondan Kocaeli’de merkez üssü Gölcük olan 7,4 şiddetinde deprem olduğu haberini aldığımızda, hepimiz şoke olduk.

      Derhâl yola çıkan eşim, deprem bölgesinde ne ile karşılaşacağını bilmediği için, çocuklarımızla beni yakın arkadaşlarımızın evine bırakarak, tek başına Karamürsel’e geri döndü.

      Ben ise yaşamadığım ama ara vermeden günler, geceler boyu uyumadan, televizyondan ve gazetelerden takip ettiğim depremin korkusu, şaşkınlığı ve eşimden aldığım felaket haberleri ile kendimi derin bir bunalıma sokmuştum.

      Sanki olduğum yerde de deprem olacakmış korkusu ile çocuklarımı kapıya yakın koltuklarda uyutup sabaha kadar başlarında bekliyordum.

      Memleketim ise, kan ağlıyordu.

      Anneler evlatlarına; evlatlar annelerine babalarına, komşularına, arkadaş ve akrabalarına ağlıyorlardı.

      Daha üç gün önce sağ salim, neşe içinde geride bıraktığım komşularım, cehennemi yaşamışlardı.

      Sitemizde, bizimki hariç tüm binalar yıkılmıştı. Evimizin kolonları çatlamış, ara duvarlarla giriş kapımız arasındaki iç duvar yıkılmış, sonradan kilitlediğim dış metal kapı ise yağmacıları engellemişti.

      Göçük altında insanlar can çekişirken, birileri kesilen elektriklerin karanlığından faydalanarak, evlere girip yağmalamışlardı.

      Anneleri göçük altında kalan çocukların, eşlerine ulaşamayan erkek ve kadınların feryatları günlerce susmamıştı.

      Ben otele gitmeseydim, bugün muhtemelen hayatta olamayacaktım. Evimizin yıkılan mutfak duvarı, odamdaki elbise dolabını yatağımın üstüne devirmişti. Çocuklarımızın odasının kapısı sıkışmış, içeri girmek mümkün olmamıştı.

      Tanrım bizleri ailece evimizden alıp, 800 kilometre uzakta bir otele yerleştirerek, hayatımızı bağışlamıştı.

      Ama ben o aralar bunları idrak edecek durumda değildim.

      Komşularımın yanında olamamıştım, onlara yardım edememiştim.

      Bu yüzden hem kahroluyordum hem de görmediğim depremi, her gün beynimde biraz daha fazla büyüterek düşlerimde tekrar tekrar yaşıyordum.

      Birkaç gün sonra çocuklarımla Karamürsel’e döndüm.

      Yol boyu karşılaştığımız manzara korkunçtu.

      Yalova- Karamürsel arasındaki yazlık sitelerin nerdeyse tamamı hasarlı veya yıkılmıştı.

      Dalyan Sitesinde dört katlı olan orta binamız artık üç katlıydı. Eksik olan kat, içinde yaşayan insanları altına alarak tamamen yok olmuştu.

      Diğer bir binamız sanki hiç var olmamıştı. Yerinde sadece kocaman bir moloz yığını vardı.

      Yedi komşumuzu kaybetmiştik. Yardım gelemediği için, site sakinleri enkaz altında kalan yaralılar ile hayatını kaybedenlerin naaşlarını kendi elleri ile çıkartmışlardı.

      Değirmendere’de deprem anında işlettiği lokantayı kapatan kuzenim, ortadan bölünen denizin içinden kocaman bir ateş topunun çıktığını gördüğünü anlatıyordu.

      Aynı deniz, sahilde bir oteli, restoranı, apartmanları ile birlikte kocaman bir caddeyi yutmuştu.

      Kocaeli’nde yaşayan kardeşim ve babam evin içinde duvardan duvara savrulmuş, hiçbir yere tutunamamış, düşe kalka zifiri karanlıkta kendilerini sokağa atmayı başarmışlardı.

      Yine Kocaeli’nde çöken çok katlı bir binada, yirmi iki akrabamızı birden yitirmiştik. Arama kurtarma çalışmalarına yardım eden dayım, yaşadığı acıdan sonra felç geçirmişti.

      Türkiye’nin Marmara bölgesini vuran yüzyılın afeti, resmi rakamlara göre on sekiz bin, resmi olmayanlara göre kırk bin insanımızı feci bir şekilde aramızdan kopartmıştı.

      Bizler şanslıydık, Almanya’da evimiz vardı, bu ortamdan çıkıp gidecektik.

      Ama orada yaşayıp yakınlarını kaybedenler, evleri olmayanlar, sıcaktan ortalığı kaplayan ceset kokularını, enkazın altından gelen iniltileri, feryatları, susuzluğu, açlığı yaşayanlar… Korkudan bütün kışı çadırlarda, derme çatma prefabrik evlerde geçirenler bu travmayı nasıl atlatacaklardı?

      Çocuklar bir daha nasıl güleceklerdi?

      Ceset torbası dahi bulunamıyor, naaşlar battaniyelere, çarşaflara sarılarak toplanıyordu.

      Herkes birbirinin yarasını sarmaya çalışıyordu. Küslük, düşmanlık kalmamıştı.

      O yaz