işe gitti, çalışıyor.”
“Olsun, o zaman önce seninle konuşalım. Sen bizi tanımazsın ama biz anneni ve babanı iyi tanırız. Seni de öyle. Yakın bir aile dostumuzun kardeşi turist olarak buraya geldi, evlenip kalmak için temiz bir aile kızı arıyor. Aklımıza sen geldin kızım. Ne dersin?”
“Ben meslek okuluna devam ediyorum. O yüzden evlenmeyi düşünmüyorum.” dedim.
“İstersen babanla bir konuş, müsaade ederse sizi tanıştıralım. Oğlumuz İstanbullu, aydın ve modern bir ailenin çocuğu. Okuluna devam edersin, sana engel olmaz, hatta yardımcı olurlar. Belki senin de aklına yatar ve genci beğenirsin. Annen Türkiye’den dönünce de ailenle tanışıp konuşurlar.”
Tanımadığım ama sempatik, güler yüzlü karı koca vedalaşıp gittiler.
Doğrusu şaşkındım. Bir yandan da gururum okşanmıştı. Temiz bir aile kızı ararken, akıllarına ben gelmiştim. Bu güzeldi. Evet, öyleydim ben. Aileme ve milli değerlerime çok bağlıydım. Annemi ve babamı gururlandırarak, başlarını öne eğdirmeden yaşamayı, mesleğimi edindikten sonra da mutlu bir yuva kurmayı çok istiyordum.
Ne var ki Almanya’da yetişen Türk ve Müslüman genç kızlar için ahlak değerlerimize sadık kalmak, hiç de kolay değildi. Okul ve iş hayatında başarılı olabilmek için mutlaka Alman toplumuna uyum sağlamak gerekiyordu. Her iki toplum da kendine uyum sağlamayanı dışlıyordu. İki kültür arasında dengeli ve aklımda diyerek yaşamak kaderimizdi.
Okulda, mahallede arkadaşlık yaptığımız Alman kızlarının bizlere göre çok farklı hayatları vardı. Onların ev işleri yapmak, kardeşlerine bakmak gibi görevleri yoktu.
Okul eğitimi, spor ve müzik faaliyetleri dışında istedikleri gibi gezmekte serbesttiler. Kıyafetlerine kimse karışmazdı. Düzenli haftalık harçlıkları vardı. Evlilik öncesi farklı erkeklerle arkadaşlık yapmaları, nikahsız birliktelik yaşamaları, aileleri tarafından doğal karşılanıyordu.
Bizim için bu tarz davranışlar asla kabul edilemezdi.
Kardeş kadar yakın olduğum biri Türk, diğeri Sicilyalı iki arkadaşımla bu yüzden yollarımız ayrılmıştı. Ben beyaz gelinlik içinde evlenme hayalleri kurarken, onlar masumiyetlerini çoktan kaybetmişlerdi. İzmirli olan Nesrin’in babası yoktu. Annesi, açık sarıya boyanmış saçları, dekolte kıyafetleri ve erkeklere karşı olan rahat tavırları ile hakkında çok da iyi konuşulmayan, sert mizaçlı bir kadındı.
Okulda başarısız olan Nesrin meslek eğitimine başlamamış, Yugoslav bir gençle nikâhsız, hem de annesinin evinde, dost hayatı yaşıyordu. Bunu duyan ve çok kızan babam bir gün “Kızıma kötü örnek oluyorsun, bir daha bu eve gelirsen bacaklarını kırarım!” diye bağırarak Nesrin’i evimizden kovmuştu.
Sicilyalı arkadaşımın ailesi de benimki gibi sert ahlak kurallarına sahipti.
Fakat evlenmek istediği sevgilisi tarafından terk edilip kalbi kırıldıktan sonra, zaaflarına yenilmiş, gizlice bir arkadaşının kocası ile birlikte olup ailesinin katı ahlak değerlerine ihanet etmişti. Ben ise çok sevdiğim meslek eğitimime odaklanmış, ikisiyle de ilişkimi tamamen kesmiştim.
Bu konuda annemi ve babamı üzmemeye kararlıydım ama ben de gençtim, etrafımda sevdiği ile el ele tutuşarak gezen okul ve iş arkadaşlarıma gıpta ediyordum. Benim de duygularım vardı. Ama bu tarz duygular, gece arkadaşlarla diskoteklere dans etmeye gitmek gibi hevesler, bana yasaktı.
Ailelerinin başıboş bıraktığı bazı Türk kızları kaçamaklar yapıp bu yasakları delerken, ben ailemin adına leke sürmemek için, böyle eğlencelerden uzak duruyordum. Belki de bu genç adam, ailemi üzmeden alnımın akı ile evlenerek, daha serbest olduğum mutlu yuvamı kurmam için Tanrı tarafından sunulan bir lütuftu.
Akşam işten geldiği gibi heyecan ve korkuyla konuyu babama açtım. Bana karşı annemden daha yumuşaktı. Hâlden anlar, annemin yasakladıklarına o müsaade ederdi. Almanya’ya gelmeden önce tiyatro, sinema ve doğa tutkunu, evlatlarının sevdalısı, müthiş romantik ve karısına âşık bir adamdı.
Lokantası iflas ettikten sonra, bir inşaat şirketinde çalışmak üzere Almanya’ya gelmesi ile o mutlu adam yok olmuştu. Dini inançları, örf ve âdetleri ile bağdaşmayan bir hayat anlayışının hâkim olduğu bu ülke de babacığımın hayat sevinci uçup gitmişti. Ruhunu besleyen sanat faaliyetlerini, arkadaş çevresini ve çok önemsediği serbest çalışma hayatını kaybetmesi, onu içine kapalı sert ve umutsuz bir adama dönüştürmüştü.
Küçük kardeşlerime karşın, ben çok şanslıydım. Babamın göğsünde taşıdığı pırlanta kalbini, neşeli hâllerini Türkiye’deyken görmüş, sevecen bir babanın evladı olmanın keyfini doyasıya yaşamıştım. Onlar ise gurbetin değiştirdiği, bambaşka bir adamı baba olarak tanıdılar.
Yalan söylemediğim sürece babamla her şeyi açık konuşabilirdim. Hoşgörüsü, sevgiye saygısı, ileri görüşlü kişiliği zarar görmemiş, değişmemişti.
“Evleneceğin kişiyi kendin seçeceksin çünkü senin hayat arkadaşın olacak, benim değil!” demişti bir gün bana.
Yine şaşırtmadı babacığım beni: “Madem istiyorsun, ben sana güveniyorum kızım!
Benden müsaade, gezip dolaşın birbirinizi tanıyın. Şayet bu genç senin için doğru insansa, evlenip yuvanı kurarsın yavrum.” dediğinde dünyalar benim olmuştu.
Kim bilir belki Tanrım bana ve aileme hepimizi mutlu edecek bir hediye hazırlamıştı.
SEVGİ
Bugün uzun zamandır sıkıntı çektiğim romatizma ağrılarım arttığı için aile doktorumuza gitmiştim.
Yazılan ilaçlarımı almak üzere eczaneye geldiğimde önümde uzun bir kuyruk vardı. Sıralardan birine girerek beklemeye başladım. Çocukluğumdan beri, böyle anlamsız bekleme sürelerini insanları izleyerek değerlendirmekten zevk alırım. Herkesin bu sıkıcı bekleme sürelerini geçirme tarzı farklıydı. Bu da bana ilginç geliyordu.
Müşterilerin çoğu anlamsız, donuk gözlerle önlerine bakan Almanlardı. Sadece bir anne elini tuttuğu küçük oğlunu konuşarak meşgul etmeye çalışıyordu. Çocuklar için bu durum hiç çekilmezdi.
Yan sırada çikolata tenli, güneş sarısı kısa etekliğinin altından çelimsiz bacakları görünen, kırmızı ojeli minik elleriyle dedesinin eline sarılmış kız çocuğu dikkatimi çekti. Ürkek bakışlarla etrafı süzen boncuk karası gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Beline kadar uzanan siyah saçları at kuyruğu şeklinde örülmüş, payetli gece mavisi tacı alnına düşen kâküllerini süslüyordu. Dedesinin bembeyaz, göğsüne kadar uzanan sakalları, başında Hint türbanı, gözlerinde marketten alınmış bir okuma gözlüğü vardı. Klasik, canlı rengârenk Hint kıyafetli dede ile torunu, gri yağmurlu bir günü renklendiren ilkbahar çiçekleri gibi, eczanede göze çarpıyorlardı.
Etraftaki insanların gizli gizli bu ikiliye fırlattıkları bakışları hiç güzel değildi. Bana kendi küçüklüğümü hatırlatan bu sahneden ziyadesiyle rahatsız olmuştum. Bu minik yavru Almanya’da yaşayacaklarından bihaberdi.
Nihayet sıra onlara geldi. Dede Almanca bilmiyordu. Cam tezgâhın arkasında duran eczacıya doğru eğilerek kısık sesle İngilizce bir şeyler söyledi. Eczacı kadın yüksek sesle “Ne? Ne diyorsunuz bayım sizi anlamıyorum!” dedi. Dede kafasını sallayarak önce kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Sonra elini tutan torununu kolundan tezgâha doğru