Gülnur Kaya Akıncı

Araf'ta Uyanış


Скачать книгу

düşlerken, yaşanan kırk beş saniyelik deprem, geleceğe dair bütün hayallerimizi, umutlarımızı yıkmış, yaşam sevincimizi çok uzun bir zaman için ruhumuzdan çalmıştı.

(Avrasya Akademi Çevrim İçi Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

      EŞİMİN YÜZÜ

      Sonbaharın kışa dönmeye başladığı günlerdi.

      Tek odalı evimizi gaz sobası ile ısıtıyorduk. Uzun zamandır beklediğimiz misafirin gelmesi yakındı.

      Eşim sabah erkenden nakliye şirketindeki işine gitmişti. Evde yalnızdım.

      Hamileliğimin son haftasına girdiğimden olsa gerek, gecelerim huzursuz geçiyordu.

      Bu sabah diğer sabahlardan farklıydı.

      Sancım yoktu ama karnımda ağır bir baskı hissediyordum.

      Ayağa kalktığımda kendiliğinden halıyı ıslatan su, yolunu gözlediğim işaret olmalıydı.

      Evladımın doğum zamanı gelmişti.

      Sevinçten, içimin birden pırpır ettiğini hissettim. Heyecanla kardeşimi arayarak, derhal hastaneye gitmemiz gerektiğini söyledim.

      Dört yıldır evliydim ancak Almanya’nın yabancılar yasası, içinde bulunduğum hayat şartları, ilk bebeğimi dünyaya getirmeme izin vermemişti. Evet, ilk bebeğimi yasalar ve şartlar engellemişti.

      Aslında evlilik teklifini kabul ettiğim gün konuşmuştuk; Almanya’da değil Türkiye’de yaşayacaktık. Bir türlü alışamadığım, sevemediğim bu ülkeden yuva kurarak geri dönecektim. Bu nedenle çok sevdiğim iç mimarlık eğitimimi dahi yarıda bırakmıştım.

      Evlendikten birkaç ay sonra, yetiştiğim ortamı görmek, arkadaş çevremi tanımak için turist vizesi ile Almanya’ya gelen eşim, buraları çok beğendi. Temelli kalmak istediğini, burada daha mutlu yaşayacağımızı söyledi. Birbirimizi çok seviyorduk. Ayrı ülkelerde yaşamak ikimize de zor geliyordu. Almanya’da kalması için elimden geleni yapacağıma söz verdim.

      İçim burkularak Türkiye’ye dönme ve orada yaşama hayalimden vazgeçtim. Çünkü o, ailesinin bütün itirazlarına karşı koyarak benimle evlenmiş, tuttuğu elimi bırakmamıştı.

      Küçük bir kasabada, mütevazı bir hayat yaşayan ailesine göre ben Almanya’da serbest yetişmiştim. Ne kadar namuslu olabilirdim ki… Üniversite öğrencisi oğullarının aklını çelmiştim. Hatta oğullarını kırk günlük tatilde baştan çıkarmış, evlenmeye razı etmiştim.

      O, bu sözlere hiç aldırış etmedi. Çünkü bana evlenme teklif eden ve teklifinde ısrar eden oydu. Ailesi onu benden uzaklaştırmaya çalıştıkça o bana yaklaştı.

      Almanya’da kalma konusunda kararlıydı. Madem buraları sevmişti ve mutlu olacağımıza inanıyordu, bende yuvamızı kurmak için yasaları araştırıp gereğini yapmalıydım, söz vermiştim.

      O güne dek yabancılar yasası ile hiç sorun yaşamamıştım. Şimdi öğreniyordum ki Almanya’nın demokrasi ve insan haklarını gözeten yasaları, Türk gençleri ana vatanlarında yaşayan biri ile evlilik yaptıkları anda geçerliliğini yitiriyordu.

      Zira bu çiftler ancak resmi nikâh tarihinin üzerinden üç yıl geçtikten sonra “Aile birleşim hakkı” kazanıyorlardı. Bekleme süresinden sonra nihayet Almanya’ya gelen eş, çalışma izni alabilmek için tekrar dört yıl devletten sosyal yardım almadan ve çalışmadan ülkede ikamet etmek zorundaydı.

      Yeni evli bir çift için bu yasa, geleceklerini yedi yıl gecikmeyle kurmaları anlamına geliyordu. Bu tür etik dışı yasalarla engellenen Türk gençleri için Almanya’da yaşayan birisi ile evlenmekten başka çare kalmıyordu.

      Hiç hesaba katmadığım bu durum karşısında benim yürüyebileceğim iki yol vardı.

      Türk vatandaşlığından izin alarak çıkıp Alman vatandaşı olabilirdim. (Çift vatandaşlık hakkı yoktu.) Bu sayede eşim de tüm vatandaşlık haklarına sahip olabilirdi. Ya da eşimin Türkiye’deki üniversite kaydını Almanya’ya aldırabilirdim. Bu durum da öğrenci vizesi ile ülkede bulunacak eşimin geçimini, devletten maddi yardım talep etmeden, çalışarak benim sağlamam gerekiyordu.

      Ben gururlu bir Türk kızıydım. “Para için Alman olup, vatanıma ihanet etmeyeceğim. Çalışıp, eşime de kendime de bakacağım!” diyerek ilgili belgeyi imzaladım.

      Birkaç ay sonra bir finans şirketinde tercüman olarak çalışmaya başladım. Rabbim yardım etmişti. Eşim yerel üniversitenin “İş idaresi” bölümüne başvuruda bulundu. Maddi olanaklarımızı zorlayarak başladığı dil kursuna da başarıyla devam ediyordu.

      Tam işlerimiz rast gidiyor, hayatımız düzene girdi diyerek sevindiğimiz günlerde hamile olduğumu öğrendik. Zamansızdı. Büyüklerimizin dediğine göre, daha kendimiz çocuktuk. Eşim yirmi, ben on dokuz yaşımdaydım. Olan olmuştu bir kere. Ben anne olacağım diye sevinirken her şey ters gitmeye başladı. Patronum, geçici bir süre için yapılmış olan iş akdimi, derhal sonlandırdı.

      Çaresiz, yabancılar dairesine giderek durumu anlattım. Çalışma iznimin, eşime devredilmesini talep ettim. Elektrik teknisyeni, genç sağlıklı bir erkeğin, hamile eşinin yerine çalışması Alman devletini zarara uğratmazdı.

      Eşimin öğrenci olduğu gerekçesi ile bu çözümü kabul etmeyen kurum “Bebeği aldıracaksınız veya kendi ülkenize geri döneceksiniz.” diyerek, bize ültimatom verdi.

      Sekiz evlat sahibi olan annem, “Ben bakarım kıymayın torunuma!” diye çok yalvardı ama boşuna. Babam tek başına çalışıyor, benden küçük altı kardeşime bakıyordu. Bir de bizim kiramız, geçimimiz eklenirse bu yükün altından kalkamazdı.

      Birkaç ay önce, eşimin babasından gelen iş teklifini geri çevirmiş, Türkiye’ye dönmeyi kabul etmemiştik. Şimdi “Bebeğimiz olacak, ocağına düştük!” demeye yüzümüz yoktu. Ayrıca beni gelini olarak görmeyen kayınvalidem, boşanmamızı bekliyordu. Bebek doğarsa, bana daha fazla düşman olacaktı. Dönemezdik.

      Artık işsizdim, devletten sosyal yardım talep etmem yasaktı. Çalışamadığı için zor günler geçiren eşim “Bebeğimizi doğur, ülkemize dönelim.” de diyemiyordu. Allah korkusu içinde kıvranıyor, kimselere derdimi söyleyemiyordum.

      Doğrunun ne olduğunu bilemeden, içinde bulunduğum şartların ağırlığı altında ezile ezile gittim, hamileliğimi sonlandırdım.

      Eşimle ben, günlerce birbirimizin yüzüne bakamadık. Yaşadığım travma beni fazlasıyla etkilemişti.

      Yıllar sonra eşimin çalışma müsaadesi ve devamlı bir işi oldu. Artık evlat sahibi olmamızı şartlar ve yasalar engelleyemezdi. Biz, aylardır bu büyük güne hazırlanmıştık.

      Kardeşimle sabah erkenden gittiğimiz hastanede, oğlum, yeni günün ilk dakikasında maviş bakan gözlerini bu dünyaya açtı.

      İşyerinden izin alıp gelen ve saatlerce başımda bekleyen, sancılarımı hafifletemediği için gözyaşı döken eşimin, oğlumuzu gördüğü ilk an tepkisi müthişti. Ağlamıyor gülüyordu. Sanki yerde değil, uçuyordu. “Aman Allah’ım, bebeğimiz benim yüzümle doğdu, benim yüzümle doğdu!” diyordu.

      Gerçekti. Oğlumuz babasının yüzüyle doğmuştu.

      Tüm acılar, korkular, sıkıntılar artık çok uzaklardaydı. Tanrım bize dünya güzeli, sağlıklı bir evlat vermişti. Bu defa gözlerimizdeki yaşlar: sevinçten, mutluluktan, şükürdendi…

(Avrasya Akademi Çevrim İçi Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

      AİLE BAĞLARI

      Almanya’da