Gülnur Kaya Akıncı

Araf'ta Uyanış


Скачать книгу

dışında, yıllarca ağır migren ataklarının da müsebbibi oldu.

      Yaya geçidi ve trafik ışıkları olmayan bu caddede hız yaparak minik bir çocuğa vuran araç sahibi, ceza almadığı gibi, mahkeme de görülmedi. Polis tutanakları olmasına rağmen, resmî kurumlar olayı takip etmek yerine kapatmışlardı.

      Belki de doğal işleyen hukuki süreç, biz bir avukata başvurmadığımız için başlamadan bitmişti.

      Küçük yaşıma rağmen, kardeşime yapılan büyük haksızlığın farkındaydım. Demek ki bir ülkede yabancı olmak, kimsenin umurunda olmamak anlamına geliyordu. Yol gösterenimiz, elimizden tutan kimsemiz olmadığı için, hakkımızı nasıl savunacağımızı bilememiştik. O dönem ailece yaşadığımız büyük çaresizlik ruhumu o kadar derinden etkilemişti ki, sevdiklerimin bir daha böyle bir haksızlığa maruz kalmaması için, acilen bu ülkenin dilini ve yasalarını çok iyi öğrenmem gerektiğini anladım.

      Yaşıtlarıma göre, Almanya’daki yaşam şartlarının bana yüklediği görev ve sorumluluklar çocukluğumu erkenden bitirmişti. Ailemizin tek Almanca konuşan, babamız dışında dış dünya ile bağlantısını sağlayan ferdi olarak, bir yetişkin gibi davranmak zorundaydım.

      Alışık olduğu çevreden uzakta yaşadığı olumsuzlukların ağır depresyona soktuğu annemin, tek yardımcısı bendim. Kardeşlerimin bakımı, eğitimi, doktor ziyaretleri, ev işleri derken okul hayatım arada kaynıyordu. Derslerimi geceleri, ancak herkes uyuduktan sonra, zor şartlar altında yapabiliyordum.

      Annemin ruhsal durumu benimle ilgilenmeye müsait değildi. Buna rağmen Hristiyanlar arasında yetişen bir Müslüman Türk kızı olarak, kimlerle arkadaşlık yaptığıma, hareketlerime ve giyimime dikkat etmem konusunda sürekli beni uyarıyordu.

      Okula gitmek ve diğer görevlerim haricinde sokağa çıkmam, yaşıtlarımla vakit geçirmem kesinlikle yasaktı.

      Farklı zorluklarla geçen ilk üç yıldan sonra, okul hayatımda güzellikler olmaya başladı. Yeni edindiğim dile çok iyi vakıf olduğum için, kendimi tatmin eden bir başarı çizgisi yakalamayı başarmıştım.

      Hayatımın önemli dönüm noktalarından biri, okullar arası düzenlenen “okuma yarışması” oldu. Kendime ayırabildiğim her boş anımı sesli kitap okuyarak hazırlandığım müsabakada önce sınıfımda ve okulumda, daha sonra sırayla kasabamız ve bağlı olduğumuz büyük şehirde birinci oldum.

      Gazetelerin eyaletler arası elemede ülke birinciliği için yarışmaya hak kazananlar listesinde benim adımın da yazıyor olması o kadar gurur vericiydi ki. Bir de annem babam bu heyecanımı paylaşsalardı, ne kadar daha güzel olurdu her şey. Başarımın ne kadar olağanüstü bir durum olduğunu takdir edecek ruh halinde olmamaları beni çok üzüyordu. Gurbetteki yaşam savaşında, okuma yarışmasından çok daha önemli olaylar vardı.

      Eyaletler arası müsabakaya babamdan izin alarak, Almanca öğretmenim Bay Stirn’in eşi ile gittim.

      O akşam, yerel televizyon ana haberlerinde, Baden-Württemberg eyaletinin düzenlediği yabancı öğrenciler arası Almanca okuma yarışmasında, derece alan üç öğrenciden biri olarak benim adım okundu.

      Birinciliği kıl payı kaçırmıştım.

      Bayan Stirn öfkeli ve üzgündü. Yarışmanın düzenlendiği Mannheim müze binasından tren istasyonuna yürürken, jürinin hakkımı yediğini söyledi. Üçüncü olan Yugoslav yarışmacı ile aramızda yüz yirmi puan fark varken, birinci olan Yunan yarışmacı benden sadece altı puan fazla almıştı. Bayan Stirn, birinci olan yarışmacının teyzesinin jüri üyesi olduğunu öğrenmiş, haksızlığa uğramamı bu duruma bağlamıştı.

      Dönüş yolu boyunca döktüğüm gözyaşlarımla birlikte, ikinci büyük hayat dersimi almış oldum. Lisanını, âdetlerini, tüm kurallarını öğrensem dahi, Almanya’da zor ve acımasız bir yaşam beni bekliyordu.

      Türklerin farklı nedenlerden dolayı çok sevilmediği, istenmediği bu ülke de kendimi normal bir hayata değil; hata yapmama, tökezlememe asla müsaade etmeyen, her an haklarımı savunmak üzere tetikte olmamı gerektiren bir savaşa hazırlamak zorundaydım.

      Öyle de yaptım. Yetişkin bir birey olarak, yaşamıma Almanya’da devam etmeye karar verdiğimde, kendime bu durumdan misyon çıkararak sadece ailemin değil; etrafımda ezilen, hakkı yenilen, dışlanan her Türk ailesinin, çocuğunun, gencinin fahri tercümanı, avukatı ve arzuhâlcisi oldum.

      Yabancılar dairesinde, okullarda, mahkemelerde, iş yerlerinde lisan bilmediği için yardım isteyen, hakkını koruyamayan her Türk vatandaşının gönüllü destekçisi olarak, dik ve onurlu bir duruşla vatanıma milletime hizmet verdim.

      İş hayatımda, yakamdan çıkartmadığım Atatürk ve ay yıldızlı iğnem ile her an ülkemi temsil ettiğim için, yaptığım doğrular gibi, yanlışların da temsil ettiğim kimliğime ve aile terbiyeme mâl edileceğinin farkındaydım. Bu yüzden ahlaki değerlerimizi koruyarak yaşamak, her zaman kırmızı çizgim oldu.

      Bu yolda kendimi yel değirmenlerine karşı savaşan, Don Kişot gibi yalnız ve çaresiz hissetsem de asla yılmadım. İç sesim “Beni yaz!” dediği her zaman onu dinledim ve yazdım. Uzun yıllar bu metinler edebi romanlar, öyküler değil, benden yardım isteyen çaresiz Türklerin hakkını savunmak için mahkemelere, avukatlara, okullara, gazete sütunlarına, iş yerlerine yazdığım mektuplar, dilekçeler oldu.

      Bu sayede, uluslararası sahnede demokrasinin beşiği ve insan hakları savunucusu geçinen Almanya’da, karşılaştığım birçok haksızlığa, dilimle ve kalemimle karşı durarak, hayata tutunmayı başardım ben.

(Avrasya Akademi Çevrim İçi Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

      DEPREMDE YİTİRDİĞİM YUVAM

      Karamürsel’in çıkışında, deniz kıyısında, özenle bakılmış rengarenk çiçeklerin süslediği, yemyeşil bahçeleri ile şehrin gürültüsünden uzak, minik bir vaha gibiydi Dalyan Sitesi.

      İlk görüşte âşık olduğum bu site, çok havalı lüks evleri olan, yüzme havuzlu bir yer değildi ama muhteşem manzarası ile insanı içine çeken samimi bir sıcaklığı vardı.

      Her yaştan çocuğun denize girdiği, balık tutup top koşturduğu, bu minik cennetle tanıştığımda, Türkiye’de ev almak gibi bir niyeti ve maddi imkânları olmayan ben, burada bir ev sahibi olmayı çok istedim.

      O sıralar büyük oğlum henüz beş yaşında idi ve ben onun ana vatanını, ait olduğu Türk dünyasını, güney sahillerimizdeki lüks oteller yerine, doğal mahalle ortamında tanımasını arzu ediyordum.

      Almanya’da doğmuş olmasına rağmen, üç yaşına kadar sadece Türkçe öğrettiğim oğlum, daha sonra çocuk yuvasında öğrendiği Almanca ile iki lisanı birbirine karıştırmadan düzgün diksiyonu ile mükemmel konuşuyordu.

      Ama bu benim için yeterli değildi. Dilimizin yanı sıra örf ve âdetlerimizi, komşuluğu, yaşıtları ile arkadaşlık kurup saklambaç, basket, tavla oynamayı da öz vatanın da öğrenmeliydi.

      Yaz tatillerimizi bu yeryüzü cennetinde geçirmek, hepimize çok şey katacaktı. Ve öyle de oldu.

      Dört ana bloktan oluşan sitenin, hemen girişindeki ilk blokta, zemin kattaki dairelerden biri satılıktı.

      Oldukça bakımsız ve kötü durumda olan dairenin, geniş kapsamlı bir tadilata ihtiyacı vardı ama bu bizim için önemli bir engel değildi.

      Yaz kış demeden, yıllık izinlerimiz ile tüm maddi imkânlarımızı bu ev için kullanarak, bir buçuk senede yeni yuvamızı oturabilir hale getirmeyi başardık.

      1993 yılı Temmuz ayında, Dalyan Sitesinde, ilk