Yalnız yaşıyor. Yaşlandı iyice. Gözleri de kötü görmeye başladı. Biz kızlar pınardan su getiririz ona. Yerlerini siler, evini toparlarız. Sonra o bize “Cici eliniz hangisi?” diye sorar. Biz de sağ elimizi uzatınca ya fındık ya şeker verir. Sonra da uzun uzun dualı teşekkürler eder.
– Silinen yer ne de hoş oluyor öyle. İnsanın ayağı bayram ediyor.” der o, bizim sildiğimiz yere basınca.
Bugünse ben ekmekçiyim.
Annem apar topar ekmekleri fırına sürdü ve:
– Öf, kabarmadı da bir türlü. Dur bakalım ne olacak sonunda. İşe geç kalıyorum. Amaan! Bacaya giden yolu kapatmamışım. Ben de fırına sürer sürmez neden yayıldı bu hamur diyorum? Kızım hemen git de baca demirini sür içeri, dedi annem.
Ben tâ ne zaman gelmişim fırının yanına. Annem bunları söylemese de biliyorum. Baca kapama ilk defa yaptığım iş değil ki sonra! Bir iki defa elin yanınca öğreniyorsun işte. Sabahtan akşama kadar ha bire “Şöyle yap böyle yap!” deyip duruyorlar. “Sen bu işi biliyor musun?” diye soran yok. Bugün de öyle oldu yine.
– Tamam, ben çıkıyorum. dedi annem önlüğünü çıkarıp. “Yüzlerinin fazla kızarmaması için çok kömür koymadım. Ama sen saatin yelkovanı dörde gelince fırının kapağını aç ve kömürleri küçük ocağa aktar, tamam mı kızım? Sonra fırının kapağını kapatmayı unutma sakın! Yelkovan on ikinin üzerine gelince de ekmekleri fırından al!
Annem evden çıktı.
– Off!
– Aman ha, ekmekleri zamanında çıkarmayı sakın unutma! Duydun mu beni? Ekmekleri fırından almadan sokağa çıkma!
Bu sözleri annem sokaktan, açık pencereden bağırarak söyledi.
– Tamam, tamam.
Tekrar bir ofladım da saatin karşısına oturup yelkovanın on ikiye gelmesini beklemeye başladım.
Saat çalışıyor çalışmasına. Ama şu yelkovanın yerinden hiç oynayacağı yok! Baka baka gözlerim yoruldu. Tik tak, tik tak, tik tak. Sinirlerimi bozuyor benim.
Birden bire sokaktan bizim tarafa doğru yaklaşan, şarkı, akordiyon, zil sesleri gelmeye başladı.
Açık pencereyi örten tülü çekip sokağa bir baksam… Aman Allah’ım. Yoksa yarın Sabantoy Bayramı1 mı? Rengârenk bezlerle süslenmiş atlar! Onların peşine takılmış bir sürü çocuk! Aman o atları bir görsen! Gem takımında bile kaç tane eşarp var. O havluları mı dersin, püsküllü dizginler… Bizim hizadan biraz geçtikten sonra at arabasından patır patır indiler ve birini… Hee, Hatip’in ağabeyiymiş. Havaya atmaya başladılar! Tabii ya, bugün onları askere uğurluyorlar! Onların etrafındaki kalabalığı bir görsen sen! Ay! Pencereden düşeyazdım. Başımı ne kadar uzatsam da hepsi gözükmüyor ki. Üstüne üslük onların evi de bizim hizada. Aksi gibi Semiğulla Ağabey’in evi sokağın yarısını kapatmış. Of, dışarı çıkmak için neler vermezdim şimdi! Başıma ne geldiyse şu söz dinleme yüzünden geldi zaten.
O sırada gözleri fal taşı gibi olmuş, koşmaktan nefesi kesilmiş Dilere girdi içeri.
– Niye evde otuyorsun, deli! Hadi, Hatip Ağabey’lerin oraya gidelim.
– Girer girmez deli diyor bir de. Ben bugün ekmek pişiriyorum akıllım.
– Sen, ekmek mi pişiriyorsuun? dedi uzatarak. Deli dediği için özür dilercesine. Dışarıda bayram. Sen bu sıcıkta evde oturuyorsun diye demiştim.”
– Ben de çok isterdim çıkmayı ama… Annem fırına ekmek sürüp gitti işte. Zamanı gelince çıkarmam lazım. Ama dışarı çıkmayı da o kadar çok istiyorum ki.
– Haydi çıkar çabuk ekmekleri!
– Yelkovan on ikiye gelmeden çıkaramam ki! Yelkovanınsa yerinden kımıldamaya hiç niyeti yok.
Saate bir baktım.
– Yok yok. Birazcık hareket etmiş anlaşılan. Ne kadar yavaş çalışıyor şu bizim saat. Acaba onu nasıl hızlandırabiliriz ki?
– Sen daha saatin hızlı çalışması için ne yapmak gerektiğini bile bilmiyorsun. Bir de tutmuş ekmek pişirmeye kalkışıyorsun. Saatin sarkacına ağırlık yapacak şeyler asmak lazım.
– Astık diyelim.
– Sen biliyor musun, babaannemgilin saatinde yarımşar kiloluk iki ağırlık, traktör somunu, daha neler neler asılı. Dedem: “Bir tekerlek mili eksik mübarek.” diye gülüyor saatlere bakarak. Ama bir görsen, saatleri at gibi koşturuyor.
– Yok daha neler? Boydan boya duvarda mı koşturuyor şimdi, o kadar ağır şeylerle?
–İnanmazsan inanma. Tamam ben gidiyorum.
– Dur kız dur, bir dakika! Dur beni de bekle. Amanın, yelkovan dördün üzerine gelmiş baksana! Ben de yavaş çalışıyor diyordum.
Dışarıdan şarkı türküler, gülüşmeler, akordiyon sesleri hiç kesilmiyordu.
Dilere, hoşça kal diyerek el salladığı gibi sokağa fırladı. Bense, ekmeğin yüzü kızarsın diye koyduğum kömürleri biraz yaklaştırmak için fırının başına gittim. Paldır küldür çıkıp giden Dilere’nin peşinden, önce evin kapısı şak diye, sonra avlu kapısı gümbür diye kapandı. Babam evde olsaydı: “Kapının sütunlarını yıkacaksın!” diye arkasında bağırırdı.
Fırının kapağını bir açsam. Ekmekler kızarmış bile. İyi ki bunlar saate bakmıyorlar, ne zaman pişeceklerini kendileri iyi biliyor.
Ben tekrar başımı pencereden çıkardım. Genç kızlar da toplanmıştı galiba. Şıngır şıngır halk oyunu, alkış sesleri geliyordu. Ah bir görebilsem ama, görünmüyor ki!
O sırada Dilere tekrar geldi. Annemin deyişiyle, gözleri yerinden fırlamış, nefes nefese anlatmaya başladı:
– Hâlâ oturuyor evde! Şimdi yine tekrar sokağı turlayacaklar, kaçıracaksın manzarayı. Amaan! Sizin saatiniz de saat mi şimdi. Bir de ona güvenerek ekmek pişirmeye kalkıyorsunuz. Hadi gel şuna biraz yardım edelim.
Saatin bir yanına o bir yanına ben durdum ve saatin dilini ben Dilere’ye doğru, Dilere bana doğru salıncak gibi sallandırmaya başladık. Dilere saatin dilini her itişinde: “Çabuk, çabuk!” diye tekrarlıyordu.
– Çivilediler mi yoksa bunun yelkovanını? Hâlâ aynı yerde çakılı duruyor! Sesine bile baksana sen şunun. Kör topal çalışıyor sizin saatiniz. Bak şöyle yapalım…
Dilere iki eliyle saatin sarkacını tuttu ve aşağı doğru çekmeye başladı.
– Bak gördün mü, nasıl da güzel çalışmaya başladı. Sesi bile bir başka: Tik tak, tik tak. ediyor. Saat dediğin böyle çalışmalı. Ağır bir şey bulsana bana. Şimdi hemen düzeltiriz bunu. Ben böyle tutup beklemeye devam edersem dışardaki şenliği kaçırırım.
Ben telâşla, fellik fellik ağır bir şeyler aramaya koyuldum.
– Kepçe olur mu, ne dersin?
– Olur olur! Getir hemen. Bu yetmez ama. Bir şeyler daha bul!
– Semaver kapağı olur mu?
– Getir, getir. Bağlayıp asalım!
Saat gerçekten de hızlı çalışır gibi oldu. Çabalıyor, çırpınıyor zavallım. O da ekmek pişiriyor ya hani.
Oo! Dışarıda ne şarkılar söylüyorlar bir duysan.
Genç ömür geçer derler.
Geçtiğini bir