Анонимный автор

Altın Sincap


Скачать книгу

ikinin üzerine getirdim. Oh be, dünya varmış! Kolayca geliyormuş baksana. Annemin dediği gibi oldu şimdi. Saatin on ikiye gelmesini sağladım. Ekmekler pişmiş olmalı. Fırının kapağını açıp ekmekleri alma işine koyuldum. Sen acele edince öbürünün eli ayağına dolaşır mı derler ne. Ekmek küreği ya fırının tabanındaki taşa takılıyor ya da ekmeğin içine giriyordu. Kan ter içinde kalıp ekmekleri güç bela tezgâha çıkarıp dizdim ve dışarıya koştum.

      Aman Allah’ım dışarıyı bir görseniz siz! Sanırsın Sabantoy Bayramı. Ben dışarıya adımımı atmıştım ki, iki ağabey halk oyunu oynamaya başladı. Genç kızları oyuna, ortaya davet ettiler. Onlarsa güya nazlanıyorlar, hâlbuki oynamak için gelmişler. Neyse ki çok yalvartmadılar. Akordiyonun ritmine ayak uydurup adımlıyorlar. Sonra derken bir güzel oynuyorlardı. Diğerleri halka oluşturmuş, ayakları yerinde durmuyor, elleri alkış tutuyordu. Oyun sıralarını bekliyorlar. Annemin deyişiyle koşmaya hazırlanan at gibi toynaklarını ısıtıyorlar. Ah biz de bir yolunu bulup çabucak büyüsek keşke!

      Halk oyunları bitince hepsi de güle eğlene at arabalarına bindiler. Halk müziği söyleyerek bir defa daha sokağı turlamaya çıktılar. Biz onların peşini bırakır mıyız hiç? Bütün sokağı turladıktan sonra köy çıkışına kadar uğurladık hepsini.

      Evlerimize dönerken köy sessizliğe gömülmüş, vakit akşam olmuştu. Kendinden geçmek, her şeyi unutmak diye buna denirdi herhalde… Bizim evde durum ne âlemdeydi acaba? Avlu kapısından usulca girdim ve evin kapısını açarken gıcırdatmamaya özen gösterdim. Evde annemle ebe ninenin sesi. Kapı aralığından onları dinlemeye başladım. Benim hakkımda konuşuyorlardı…

      – İşte bu sana Mögellime Nine. dedi annem işaretli ekmeği ebenineme uzatıp. Kızın pişirdi. Ancak bu kadar pişmiş, küçük ekmek.

      – Oo! Kızın büyüdü maşallah Mevcide, dedi ebe nine. Böylesine büyük bir işi becerdiğine göre…

      – Hiç deme gitsin, büyüdü büyüdü. Baksana işte, gençleri askere uğurluyor… Onu diyorum ya bir çuval ekmeği pişmeden tezgâha dizmiş. Kırıntısına kadar yedireceğim ben ona, başka sefer ders olsun bu. Ne yapayım şimdi ben bu kızı? Tenbih ettim; yelkovan on ikiye geldiğinde alırsın fırından dedim. Hele şu saatin haline baksana sen! Ne kadar eşya varsa asmış. Allah’tan asılı durduğu çivi kırılıp da saat yere düşüp parçalanmamış.

      Ben birden daldım içeriye.

      – Anne! On ikiye getirdim ki ben yelkovanı. Çok kolay dönüyormuş. Aa! Ekmekler pişmemiş mi?

      Annem benim bu sözüme karşı tek kelime cevap vermedi. Anlamazsın bu büyükleri. Ben çabaladım, saat çabaladı, ekmekler hamur kalmış… Elinde ekmek, fırının olduğu odadan babam çıkageldi. Eyvah, şimdi hapı yuttum…

      – Neyse annesi olan olmuş. Atalarımız: “İlk akıtma tavaya yapışır.” mı derler ne? Onun daha ilk tecrübesi. Her ne kadar pişmemişse de yenmeyecek gibi değil. Hele en küçük ekmek daha bir leziz olmuş. Kızımın pişirdiği ekmek bu, değil mi kızım…

      Firüze Camaletdinova

      DEDEYLE TORUN

      İlnur asık bir yüzle geldi okuldan. Günlüğüyle2 defterini tek kelime etmeden masanın köşesine itiverdi. Dedesi, üfleye üfleye çiçekli fincandan çay içiyordu. Durumu anladı; bu işte bir iş olmalıydı. Demek ya öğretmen ya torunu hatalıydı.

      Dedesi:

      – Oğlum, şu büyüteci bir getirsene, dedi ümitsiz. Gel şöyle beraber bakalım. “Beş” kurala kurula oturuyordur şimdi günlüğünde.”

      – “İki!” dedi torunu moralsiz bir şekilde.

      – Nasıl yani iki? dedi dedesi, gözlüğünün üstünden torununa bakarak.

      – Öyle işte…

      Çocuk gönülsüzce, bitkin, zayıf vücudunu hareket ettirerek dolaba doğru gitti. En üst rafa uzanarak büyüteci aldı. Yüzünü başka yöne çevirip:

      – Al, bak… Beş, beş deyip duruyorsun bir de… dedi.

      – Hemen bakıyorum şimdi. Ama iki çok fena bir nottur yine de… O kadar da kötü değildir herhâlde…

      Dede, önce defterin orta sayfasını açıp önüne koydu. Bir sağa, bir sola çevirdi, masanın üzerinde iyice bir kaydırdı.

      – Bak işte bu şekilde, dedi torunu defteri düz bir şekilde koyarak.

      Dedesi, büyüteci ikinin üzerine koyup, bir süre düşündü.

      – Allah Allah! Kaç yıl muhasebecilik de yaptım oysa.

      Elindeki büyüteci hiç oynatmadan kaldırdı ve torununun yüzüne tuttu.

      – Otuz yıl… Köy şirketi dağılana kadar… Nasıl gözünü kırpmadan iki verir, hayret? Öğretmenin şey mi oğlum?

      – Ney mi?

      – Genç mi, yaşlı mı?

      – Öğretmen yaşlı olmaz. Dedeler yaşlı olur, dedi çocuk gücenerek.

      – Kafan çalışıyor senin kerata. Nasıl cevap vereceğini iyi biliyorsun. Ama şu matematiği öğrenesin hiç gelmiyor. Bir de biliyorum, biliyorum diyorsun, dedi dedesi başını bile kaldırıp bakmadan.

      Dedesiyle aralarında hergün böyle bir tartışma geçerdi. Dedesi torununa matematiği öğretmek istiyordu. Torunuysa bir türlü oyundan geçemiyor. Dedesi daha sözünü bitirmeden, o soluğu hep dışarıda alıyordu. Dedesi bir saat bekliyor, iki saat… Merak etmeye başlıyor. Baktı olmuyor, kalpağı paltoyu kuşanıp, keçe çizmeyi giyerek mahalledeki buz hokeyi sahasının yolunu tutuyordu.

      – Babanların eve gelme vakti yaklaşıyor. Senin umurunda değil, ömür törpüsü! diye, söylene söylene yürüyordu yanına.

      Oraya yaklaştığında, o kadar çocuk arasından hemen seçiyordu torununu. Sonra da tatlı tatlı gülümsüyordu. Dünyadaki tek teselli kaynağıydı onun. dı köyden şehre belki hiç gelmezdi. Torunu olmasay-Bazen torununa bakınca kendi oğlunun küçüklüğünü hatırlıyordu. Ne olursa olsun, kendi soyunu devam ettirecekti bu nazlı oğlak.

      –Baksana, bu sefer kaleci yapmışlar. Demek yeterince çevik çalak, dedi ihtiyar içtenlikle sevinerek. O, sağına soluna bakındı. Yanında kendisi gibi bir ihtiyarı görseydi, göğsünü kabartarak kasılırdı da belki. Fakat mis gibi köyü bırakıp kim gelsindi ki şu şehir denen yere. Hele de yaşlanınca… Şehirli ihtiyarlar biraz değişik. Dışarıyı pencereden seyretmeyi seviyorlar.

      Hokey topu mermi gibi geliyor. Torunu doğal olarak onu yakalayamıyor. Pak3, kaleden içeri giriyor.

      – Niye baka kaldın, kımıldasana biraz, diye bağırıyor dede torununa. Haliyle İlnur duymuyor.

      Eve dönerken kalpağını üzgün gözlerine indirecekken, dedesi kocaman eldiveniyle torunun başına hafifçe vurup okşuyor.

      – Tamam hadi, somurtma artık. Hayat bu şekilde öğrenilir. Korkar durursan hiç bir şey olmaz senden… Bir şey başından geçmeden tecrübe kazanamazsın. Zaferin yolu, yenilmekten geçer. dedi.

      Torunun neşesi yerine gelir gibi oldu.

      – Senin seyrettiğini fark etseydim, daha iyi oynardım… Bak gelecek sefer… diye mırıldandı.

      – Hep oyun olmaz ama. Daha ödevlerini de yapman lazım, dedi ihtiyar.

      Dede torun büyük adamlar gibi konuşarak ağır ağır yürüdüler.

      Fakat