Анонимный автор

Altın Sincap


Скачать книгу

en fazla bir metre yakınıma aynı şekilde kuru balçık düşmesin mi? Bu defasında da etrafta kimsecikler gözükmüyordu. Kendi kendime: “Yok, hayır her gün her gün böyle olursa işimiz var bizim. Bu bilmeceyi çözeceğim ben. Benimle alay eden bu kişiyi bulacağım dedim mi, bulurum.” dedim kendi kendime. Patikanın on on beş metre uzağında, bir kaç kök çalılık var. Doğruca oraya gittim. İçimden: “Herhâlde eski bir dost şaka yapıyor bana.” diye düşünüyorum. Fakat ne kadar aradıysam da çalılığın arkasında değil insan, bir tane serçe bile bulmadım. Hiç kimsecikler yok. Yer yarıldı da içine girdi sanki, ses seda yok. İçime bir kuşku düştü. Kaçacak, saklanacak hiç bir yer yok ki. Bu durum beni iyice tedirgin etti. O gün, ne koşmaktan ne de çalışmaktan bir zevk aldım.

      Sabahın ilk ışıklarının şebnemlerde yıkandığı bir günde yine o patikada koşmaya gittim. Acele etmiyordum. Her zamanki gibi aynı tempoda koşuyorum. Fakat sakin olmaya ne kadar gayret etsem de, o noktaya yaklaştıkça, tedirginliğim artıyordu. Bu sefer de şaka yapmaya cesaret ederler mi, kuru balçığı tekrar atarlar mı, diyorum. Sürekli etrafıma bakınıyorum. Sezdirmeden dönüp arkama bakıyorum yer yer. Hiç beklemediği bir anda, fark ettirmeden görmek, kaçıp saklandığı yeri öğrenmek istiyordum şu muzip şakacının. İki gün üstüste balçık atılan o esrarengiz ve iyice ürkütücü olmaya başlayan noktaya gelince, elimde olmayarak durakladığımı da farketmemi-şim. Önüme, arkama bakıyorum, sağı solu kolluyorum. “Hadi atsanıza. Ama bu son atışınız olacak bugün.” diyorum içimden. Çünkü bu böyle devam edemez. Ben saklambaç oynamaya çıkmıyorum. Keyfimden de yapmıyorum bu koşuyu. Uzun iş günü öncesi vücudun uyuşukluğunu atması, zinde olması için koşuyorum. Oyun oynamanın sırası mı? Tam da bulmuşlar eğlenecek adamı…

      Tam orada bulunduğum esnada her tarafı kollayıp, bir sağa bir sola hızlı hızlı bakınırken şu meşhur balçık düşmesin mi yine? Patikaya değil, çimenlere de değil, tam tepeme düştü bu sefer… Kim? Nasıl? Nereden? gibi sorular doğana kadar cevabı kendiliğinde bulundu. Ben buradayım dercesine keskin gaklamasıyla tek başına bir karga uçmaktaydı havada. Ardına dönüp bakmadan uçup gitti. Ta ilerideki gevrek söğüde yaklaşınca kanatlarını çırpmayı bıraktı ve bir kez daha “gaak” diyerek ağacın tepesine iniş yaptı. Kardeşleri onu gürültü şamata ile karşıladılar.

      Başıma düşen balçık parçası, patikada koştuğum o ilk sabahı yeniden hatırlattı: Patikanın çevresini kara bir bulut gibi kargalar sarmıştı. Üzerlerine yürümekten çekinip, ormanda konacak yer mi bitti, bula bula patikayı mı buldunuz dercesine, o an elime ilk geçen şeyi, taş mı artık, kuru balçık mı fırlatmıştım bunlara. Değip değmediğini bilmiyorum, ortalığı birbirine katıp havalanmışlar ve tam işte bu gevrek söğüde konmuşlardı. Ben koşmama devam etmiş, kargaları unutmuş gitmiştim.

      Gördün mü bak! Demek bu onların benden intikam alışıydı. Kargaların beni bir kaç gün gözetleyip takip ettikleri anlaşılıyor. Sonunda maksatlarına da ulaştılar. Nasıl da bayram ediyorlar baksana…

      O günden sonra yoluma balçık filan atan olmadı. Kara kargaların verdiği bu ibretlik dersi gerek evde gerek işte anlatmaya çalıştım. Gülüp geçtiler, inanan çıkmadı. Bu yaşadığım şeye insanları inandırmak mümkün görünmeyince, ben bile unutmaya başlamıştım artık. Bu olayı bana, işte şu sözünü edip durduğum güvercin hatırlattı.

      Atalarımızın: “Aş atana aşla, taş atana taşla cevap verirler.” dediği şey bu olsa gerek. Bunu ben bizzat yaşamış oldum. Hayır, burada mesele, güvercinin beyaz, karganın kara olmasında değil…

      Ama yine de çalışma masasının karşısında güvercin olmayışı bir eksiklik. Bugün yine pencere kenarına güvercin kondu. Beyaz güvercin. Boz kahverengi gerdanı da var.

      Daniye Ğaynetdinova

      “SEN DELİKANLISIN ŞİMDİ !..”

      Onlar ormana girerken, güneş tepeye doğru kayıyordu. Yerden hafif hafif buhar yükseliyor, geçen yıl ki yapraklar ısınıyordu. Ağaç gövdeleri de güneş ışınlarından parıldıyor, buğulanıyordu. Dünya sanki mavi bir serap içinde oynaşıyordu. Ağaçların yaprakları arasından sızan güneş ışınları da mavimsi bir renge bürünüyordu.

      – Ne kadar yavaşsın böyle, dedi ağabeyi.

      – Geride kalmıyorum ki ben, diyerek nefes nefese yetişti, altı yedi yaşlarındaki kardeşi, sırtındaki çantasıyla. Hava sıcak, diye de ekledi.

      – Seni anlamak zor. Demin üşüdüm diyen sendin. Şimdi de yanıyorum diyorsun. Daha büyümeden ihtiyarladın herhâlde…

      – Senin işin kolay. Benim üç adımım senin bir adımın, dedi kardeşi alıngan bir tavırla.

      – Tamam, hadi uzatma. Geride kalmamaya bak sen, dedi ağabeyi.

      Sırtındaki çanta da ağırlaşmış gibi geldi küçüğe. İçinde pek bir şey de yok ama. Yürüdükçe omuzlarına olan baskısı artıyordu sanki.

      – Ağabey! Gel şu montu üzerimden çıkarayım, diye seslendi çocuk, yorulduğunu hissettirmemek için.

      – Çıkarma. Hava soğuk. Hasta filan olsan ne derim ben anneme, dedi sert bir ses tonuyla.

      – Annem kızacak zaten sana. Herkesin yürüdüğü yoldan gitsek ne olurdu sanki?

      – Ne mi olurdu! Ormanda baharın yaza geçiş şölenini kaçırmış olurdun. Daha ne olsun?

      Kardeşi: “Benim hâlimi anlamıyor ki, anlasa biraz dinlenelim derdi.” diye düşündü ve geride kalmamak için adımlarını hızlandırdı. Ayağı kuru dallara mı takılmıştı, yoksa birbirine mi dolanmıştı, “pat” diye yere düşüverdi.

      Bir süre hiç kımıldamadan hareketsiz öylece yattı. Otlardaki çiyler henüz daha kurumamıştı. Güneş ışınlarında inci gibi parlıyor, çok güzel görünüyorlardı. Bu inci damlacıkları yol boyunca çocuğun kocaman botlarının içine girip çoktan ayaklarını ıpıslak etmişti. “Sizi gidi inci tanecikleri..” diye düşündü .

      Ağabeyinin ciddi bakışlarını görünce hızlıca ayağa kalkıverdi. Üstünü başını hemen silkeleyip sırt çantasını düzeltti.

      – Yorulacağını bilseydim, vallahi seninle yola çıkmazdım, dedi ağabeyi.

      Kardeşi hiç ses çıkarmadan yürümesine devam etti. Karşılık vermekten çekiniyordu. “Sinirine dokunacak bir şey söylerim, ense köküme indiriverir.” diye korkuyordu anlaşılan. Öyle yaptığı oluyordu zira.

      Ama ağabeyine yine de:

      – Büyükler küçüklere neden hep bağırırlar ki, diye sormadan da yapamadı.

      – Ne yâni hoşuna gitmiyor mu? Sen yürümene bak, diyerek acele ettirdi.

      Aslında ağabeyi de yorulmuştu. Ama kardeşine sezdirmek istemiyordu. İğneleyici sözler söylemesi de bu yüzdendi. Öfkesini birinden çıkarması lazım ya hani…

      – Ayaklarım dondu. Botumun içi ıpıslak oldu, o yüzden diyorum… Senin eski botun su geçiriyor. Delik deşik olmuş zaten çoktan, diye ekledi o kendinden kaynaklanan bir şey olmadığını kastederek.

      – Tamam öyleyse, hadi biraz dinlenelim, dedi.

      Ağabeyi çalı çırpı toplayıp ateş yaktı.

      Kardeşinin botunu eline alıp:

      – Giyilir bir tarafı kalmamış bunun. Çoktan çöpe atılacak hâle gelmiş. Yazın çobanlık yapıp biraz para elimize geçerse sana yepyeni bir bot alırız. Bu yıl okula başlayacaksın daha.