bir tânem, diye söylendi durdu.
… Annesi ertesi gün pencereleri kapatmayı unutmadı. Aybulat için tabak dolusu nefis yiyeceker bıraktı odasına. Evden çıkarken kapının kitlenip kitlenmediğini defalarca kontrol etti.
Ama ne var ki Aybulat’a bir haller oldu. O gün onun irili ufaklı bilgisayarları işsiz güçsüz oturdu. Televizyonu da tatil yaptı. Telefonunun kâh biri kâh ötekisi çeşit çeşit müzikler çalsa da yanlarına bile yaklaşmadı. Tekerlekli koltuğuna öfkeyle tekme attı ve sokağa bakan pencerenin yanına geldi. Başını pencereye dayayıp derin derin düşünmeye başladı. Hangisi gerçek hangisi hayâldi bu dünyanın? İşte şu an bu soruya cevap bulması lazımdı.
Rinat Möhammediyev
GERDANLIKLI GÜVERCİN
Pencerenin karşısına bir güvercin kondu. Beyaz bir güvercin. Boz kahverengi gerdanı da var.
Ama yine de benim pek fazla ilgimi çekmedi. Bu civarda müstakil evler çok olduğundan herhâlde, öylelerine rastlamak sıradan bir şeydi. Aslında günümüz şehirlisini hayrete düşürmek âdeta imkânsız. Hele bir güvercin onu hiç etkilemez. Güvercinin mavisini de, kahverengisini de, gümüş renklisini de, beyazını da hatta sarısını bile görmüşlüğüm var. Güvercini umursamayıp masamdaki işe daldım.
Böyle epey bir zaman geçti galiba. Güvercini ben unuttum gittim tabii. Başımı bir kaldırdım, hâlâ pencerenin karşısında duruyormuş mübarek. Biraz önce konduğu yerden milim bile hareket etmemiş. Kurumlanıp duruyordu işte. Güneşte ısınıyor diyeceğim ama, hava bulutlu. Üstelik kuzeyden soğuk rüzgâr da esiyor. Yaz demeye bin şahit lazım.
Bunlar bir yana, boynunu uzatıp başını kaldırdı. Gözetlendiğini sezdi galiba. Dönüp, çiy damlacıkları gibi gözlerini bana dikti. En fazla iki metre mesafe vardır aramızda. Çıt ses yok. İkimiz de öylece oturuyoruz. Kim yenecek, kimin bakışları daha uzun sürecek diye yarışıyoruz âdeta. İki camlı pencerenin karşı tarafında o, bu tarafında ben.
Böyle otururken, nedense rahatsızlık duydum bu yaptığım şeyden. İnsan olduğumu unutup güvercinle aşık atıyormuşum baksana. Bulutlu havada, soğuk havanın kucağında oturan masum kuşun mosmor kesilmiş ayaklarına, çiy damlacıklarını hatırlatan gözlerine ilişti gözüm. İçimi yaktı o gözlerden yayılan sıcaklık, parlaklık. Sanki güneşti ışıldayan gözlerinde. Farkında olmadan ayağa kalkıp, bir öte bir beri yürümeye başlamışım.
Sonunda güvercin de, gözünü pencereden aldı ve pencere kenarından güzelce adımlayarak ilerledi. O da benim gibi bir öte bir beri yürümeye başladı… Hayret bir şey! Ne anlam çıkarmalı şimdi bundan? Bu yaptığı şeyle kendince beni kızdırmak mı istiyordu acaba?.. Pencere kenarındaki sacta tık tık dolaşıyor. Adımlarını daha bir cesaretli atmaya başladı anlaşılan. Ayaklarının çıkardığı ses git gide yükselmeye başladı sanki. Kızdırmak gibi bir düşünce aklının köşesinden bile geçmemiştir tabii ki. Ben bunu bir insan olarak, pek çok kimseye has olan, işkillenme dürtüsünden dolayı düşündüm elbette. Uzun süre hareketsiz durmaktan bıkıp, yorgun ayaklarına can gelmesi için gezinmeye başlayan güvercini haksız yere suçlayacaktım neredeyse.
Bu tutumumdan rahatsız olduğumdan herhâlde, içimde birden şefkat hisleri uyandı. Bir süre sonra elime ekmek içi alıp, güvercini ürkütmemeye dikkat ederek, usulca balkonun kapısını açtım. Ne kadar dikkatli olmaya çalışsam da güvercin beni gördü. Hemen pencere kenarından havalanıp balkonun uzak köşesindeki demire kondu. Başını çevirip hâlâ beni gözetliyordu. Kuşun ürkmesine küçük bir adım ya da dikkatsiz bir hareket yetecekti. Fakat gönlüm onun uçup gitmesini, gözden kaybolmasını istemiyordu. Ekmek içini küçük küçük böldüm ve pencere kenarındaki sacın ucuna koyup içeri girdim.
Güvercin soğukkanlı, hiç telâş etmiyordu. Balkonun kapısını kapatmamı, pencereden biraz uzaklaşmamı bekledi. Benim bir tuzak kurmadığımdan emin olduktan sonra, kanatlarını çırpıp ekmek ufaklarının yanına geldi. Bir kez daha sağına soluna bakındıktan sonra onları yemeye başladı. Bu sefer sac, ayak seslerinden değil gagasının tak tak vurmasından tangırdıyordu. Bu arada yer yer pencereye bakmayı da ihmal etmiyordu. Kanatlarına çeki düzen verdiği sırada, boynunu eğerek, başını sallaya sallaya sanki bana teşekkürde bulunuyordu. Ekmek ufaklarının bir tekini bile bırakmayıp yedikten sonra, tekrar havalanıp balkonun köşesine kondu. Fakat bu defa en uzak köşesine değil, daha yakınına. Ben bunu, bana güvenmesi olarak yorumladım. Hem tekrar balkona çıkmama müsade etmesi şeklinde anladım. Kendimi büsbütün güvercinin iradesine teslim etmiş olmalıyım ki, onun beklediği gibi yaptım; pencere kenarına tekrar ekmek ufaklarını bırakıp girdim.
Güvercin yeniden pencere kenarına konup, ekmeği yemeğe koyuldu. Yeme işini bitirdikte sonra karnı doydu herhade. Fakat bu sefer oradan gitmekte acele etmedi. Başını yavaşça kaldırıp, pencerenin arkasına şöyle bir göz gezdirdi ve kanadının kenarındaki tüyleri yoklar gibi boynunu uzatıp gagasını temizlemeye başladı. Acele etmedi, telâşa kapılmadı. O bu işi kendine göre bir zevkle, özel bir titizlikle yaptı. Bu iş de tamam dercesine şöyle bir silkelendi ve başını tekrar bir tarafa eğip, pencereye bakmaya durdu. Boynunun etrafındaki tüyleri kabartıp hıçkırık tutmuş insan gibi, tuhaf hareketler yapmaya başladı.
Yaptığı son hareketlerden, kendimce bir sonuç çıkarıp hemen mutfağa gittim ve fincana su doldurup geldim. Sakına sakına balkona yöneldim. Bir yandan kapıyı açıyorum, öbür yandansa tereddütteyim; belki yanılıyorumdur. Suya ihtiyacı hiç yoktur belki. Bak işte dünkü yağmur suları öyle duruyor, ne kadar su birikintisi var etrafta… Senin klorlu suyuna mı kaldı o? Balkona çıkan da ben, tereddüt geçiren de. Güvercinin karnı doydu. Onun hiç bir şey istediği yok. Kanatlarını çırpıp uçar gider gibi geliyordu bana. Değil kuş, insanlardan da öyleleri az değil ki. İşi düştü mü, peşini bırakmaz. İşi hallolduktan sonra da ne arar ne de sorar. Güvercinse sadece bir kuş. Hiç düşünmez uçar gider tabii.
Fakat bu kuş beni bir kez daha hayrete düşürdü. Balkona adım atmıştım ki, gelip omuzbaşıma konmasın mı? Ne yapacağımı şaşırdım. Güvercin omuzumda. Gagasında guglama sesi, tatlı bir melodi sanki.
Bu durum daha ne kadar uzar giderdi bilemiyorum. Bu defasında da yine kendisi kurtardı beni. Güvenimi boşa çıkarmadın, sınavı başarıyla geçtin der gibi kulağımın hemen dibinde kanatlarını çırparak fincan tutan elime kondu. O sırada son bir defa, yanılmıyor muyum dercesine gözlerini bana diktikten sonra, beyaza çalan, hafif eğik gagasını elimdeki su dolu fincana daldırdı. Kendinden geçip kana kana içti. Meğer benim bu zamana kadar bir kuşun bu şekilde su içtiğini gördüğüm hiç olmamış. Çok yakından, bu kadar canlı, özgür bir kuşu da ilk defa görüyordumu. Kafesteki kuşlar başka, onlardan bahsetmiyorum. Kafesteki bir kuşun gözleri cam gibi donuk, acı ve hüzünle sarılmış oluyor. Bu kuşsa özgür. Sekizinci katın balkonunda, açık alanda. Bu yüzden onun gözlerinde ne korkudan ne ürkmeden bir eser vardı. Öbür elimi uzatıp kanatlarının ucuna dokunmaktan, bembeyaz kanatlarını, boz kahverengi gerdanını okşamaktan kendimi alabilmem, bu zevkten kendimi mahrum etmem hiç düşünülebilir mi?
Ertesi gün, tam bu vakitlerde gerdanlıklı beyaz güvercin pencereme tekrar kondu. Böylece ben, hiç hesapta yokken kendime bir güvenilir dost daha edindim.
Belki anlattığım bu olaya burada nokta da koyabilirdim. Fakat beyaz güvercin hafıza dağarcığımda unutulmaya yüz tutmuş, diğer bir olayı hatırlattı bana. Bundan yaklaşık üç yıl önceydi. Yeni bir daireye taşınmıştık. Büyük şehrin başka bir semtine alışmakta, ısınmakta zorluk çektiğimiz günlerdi. Yaz mevsiminin güze kayan bir dönemiydi. Her sabah kalkıp güne zinde başlamak için yanı başımızda