Rahimcan Otarbayev

Beyaz Kelebekler


Скачать книгу

Gözlere yazık, hiç olmazsa tilki uykusunu bile alamadı. Gözlerini kapasan da, gönül hiç rahat bırakır mı? Yerinde durmayan düşünceler, yorganla örtünen dul kadını sürekli dürtmektedirler. Sokaktan yine Acil servis arabası geçti. Kim bilir, şu saatte birisini ecelin pençesinden kurtarmak için mücadele veriyordur. Sinyal sesi de o kadar acıdır ki…

      Akademik ünvanını kazanan bilim adamı Salamatin, altı aylık Afrika yolculuğundan sonra sanki maymunlarla istişare etmiş gibi, karabasana duçar olur. Doğru işittiniz, karabasan basar her gün. Zira dünyaya sözünü geçiren bilim adamı, gece gündüz eve sığamadan yuvarlanır dururdu. Küçücük yavrusunu elinden tutan maymun şekilli mermerden yapılan hatıra hediyesini dışarıya fırlatıverdi. Gece gündüz emek verip yazdığı ve yayınlattığı kalın kitaplarını bahçesinde ateşe attı.

      “Baksana, yanmıyor bile. Yalan hiç yanar mı? Gerçek olmadıktan sonra…” diye cin çarpmış gibi mırıldanıyordu. “Hayati fikirlerimi yakıyorum,” diye ateşe odun attı. Hanımı ise “Delirmiştir” diye düşündü.

      Ondan sonra Rio de Janeiro’da düzenlenen uluslararası toplantıda, bilim adamlarının yakalarından tutarak, “İnsanın kanında yeni bir hücre buldum. Bu hücre değil maymunda, diğer hiçbir hayvanların türünde bile bulunmamaktadır. Demek insan maymundan oluşmamıştır. Darwinizm teorisi çöktü. Bizi bu zamana kadar hepten saptırdılar.” diyerek, güneşli havada yıldırım gibi çaktı.

      Maymunu özelleştirerek onun sayesinde makam ile mansıp sahibi olan koca koca bilim adamları sessiz kalırlar mı? Doksan dokuz dilde birbirine girmişler. Salamatin’in konuştuğu kürsüye atlamışlar.

      “Sen delirdin mi? Sence insanoğlu hangi spermden yaratılmış?”

      “Sen ne diye saçmalıyorsun!”

      “Darwin ile maymun seni çarpar!”

      “İspatla bakalım!”

      “Şu adamın duruşu bile tehlikeli, atın onu dışarıya!” diye velveleye getirmişler.

      “İnsanoğlu arştan getirilmiştir,” der Salamatin hiç şaşmadan, işaret parmağıyla yukarıyı işaret ederek. “Bence bu, kendimizi hümanoid diye adlandırdığımız yabancı gezegenlilerin işidir. İnsanoğlu, onlar için sadece bir deney aletidir. Güneş sisteminde ve diğer yıldızların bulunduğu samanyolundaki gezegenlerde çok daha kaliteli bir şekilde yaşayan hayatlar var. Bizler ise onlar içindeki en ahmak varlıklarız. Bundan dolayı hala kendimizi maymundan yaratılmış olarak biliyoruz.”

      “Bizim müellifimiz, o ucube hümonoid midir?”

      “Bu, kimsenin aklına bile gelemeyecek olan bir safsatadır!” diyen öfkeli sesler, salonu nerdeyse felakete dönüştürecekti.

      “Evet, bu bir gerçektir! Keşke yaptığımız deneylerimiz başarısız olmasaydı.” dedi Salamatin kürsüden inerek. “Çünkü beynimize fark etmeksizin çok zararlı içgüdü mudahale etmiştir. Onun adı, düşmanlık! Onlar buna çok öfkeliler. Bana dört-beş sene mühlet verin. Yeni araştırmalarımla gerçeği sizlere ispatlayacağım.”

      Ürken bilim adamları o anda seçime giriştiler:

      “Hepimiz maymundan oluştuk.” diyerek ellerini kaldırırlar, Deli Salamatin’in safsatasını inkâr ederek Almatı’ya geri postalarlar. Almatı’ya gelir gelmez aydınlardan tepki alır ve Araştırma Enstitüsü Başkanlığından vazgeçer.

      “Korkunç bir şey!” diyen hasetçileri her tarafa dedikodu saçarlar: “Peygamber yaşına gelmiş fakat bu adam delirmiştir. Sessiz kalırsan, seni de deli yapar.”

      Gökyüzüne tepesini dayayan evin dört duvarında hapsedilerek kafasına takke takar, eline fil kemiğinden yapılan bastonu alarak sokak sokak dolaşır. Kendisine destek verenleri arayarak liste yapar. Milyondan fazla olan şehir nüfusundan sadece yedi kişi kendisini destekler.

      Bahar gelmeden, “Hayat ne kadar uzundu? Hayvanların bağırsakları gibi öbür ucu görünmez oldu be!” diyerek evden sıkılarak çıkmıştı. Ondan sonra kayboldu. Birileri ‘Göktepe mezarlığında gördük’ dediler. Bazıları ise, ‘UFO götürdü’ dediler. Dedikodu çoktu fakat kendisi yoktu.

      Bir sonraki baharda, vefatı münasebetiyle yıllık yemeğini vermişlerdi. “Evvela maymunun nesilleriyiz, sonra gökyüzünden inenlerdeniz.” diyerek dünyayı terkeden bilim adamını anmak için toplanan millet, ağlamak yerine, ölümüne memnun olmuş gibiydi.

      Belinden dürten, elinden çeken düşünceler yavaş yavaş dindiler. Dul kadın uykuya dalarak gözlerini kapattı. Tam o anda duvarda asılı olan fotoğraf, diri Salamatin’e dönüşmüştü. Ayaklarının ucuna basarak sessizce yorganın içine dalıverdi.

      “Dondum,” dedi fısıldayarak

      “Sen kimsin?”

      “Gökyüzünün oğluyum, Tanrının kuluyum, Muhammed’in ümmetiyim…”

      “Bizler kimiz?”

      “Hiç kimsesiniz!”

      Ansızın çıkan sesten ürkerek uyanan dul kadın, gözlerini açıp etrafına baktı. Salamatin gözlüğüyle geri çekilerek duvara yerleşti ve yine cansız bir şekle büründü.

      “Hay Allah! Bismillah!” diye derin nefes çekerek pencereye doğru yaklaştı. Perdeyi yırtarcasına çekerek açtı. Tan ağarmıştı. Hava bulutluydu. Sonu bitmez gibi göründü…

      YALNIZLIK

      Annem Şemsiye’ye ithaf olunur

      Güneş ufuktaki yuvasını bırakarak yükseldi. Boynunu uzatarak dikildi ve tüm dünyaya seha ruhuyla boyadığı pembe sarı rengini şimdi yavaş yavaş silmeye başladı. Bahar kendine gelince, kısrak bulutlar, taylar gibi tepinerek sağa sola sabırsızlıkla hareket ettiler. Şora Nehri, her iki kıyıyı diliyle yalayan dalgalarıyla sessizce akmaktadır. Tüylü kamışların hışırtısından ürken beyaz alın sakarmeke, birkaç yavrusunu koruyarak yan taraftan yüzdü. Koskoca dünyanın ağırlığını omuzlarında hissetmiş gibi olan bayağı balaban kuşların kalabalığı içinden çığlık atarcasına ses çıkartıp ortalıktan kayboldu. Karşı yakada bir tek ev vardı. Evin avlusunda zayıf düşen yetim bir tay dolaşıyor; güneşin gamzeden şulesinin büyüttüğü taze çimenleri dişleyerek yiyordu. Evin arkasındaki tepenin üzerinde birkaç mezarlık göze ilişti.

      “Kim var orda? Tekne getir bakalım, tekne!”

      “Seni bekleyen kimse yoktur!”

      Nehrin yakasında, yaş itibarıyla çok az farkı olan kız kardeşi ağabeyine, oğlu annesine, karısı kocasına dönerek baktı. Kocası, nehirden sonra yağmurun yağmaladığı mezarlığa baktı. Kendini, teselli bulan, mezarlıklar diyarında bulunan mevta köyünün ortasından beyaz örtülü birisinin gelişine benzetti.

      Yoksa kanatlarını gererek güneş altında kızdıran beyaz martı kuşu muydu? Birdenbire ortalıktan kayboldu.

      “Kim var orda? Tekne getir bakalım, tekne!”

* * *

      Güneş tepede salıncak oynuyordu. Ağzına hava alan kurbağa gürledi. Su ısınınca erkek arkadaşını bulmak istedi. Yosunların arasından kafasını çıkartan erkek kurbağa hemen yanına yaklaştı. Taze otların arasında ağ yapan örümcek, hiçbir canlı ava ulaşamadığından rahatsız gibiydi. Zıplaya zıplaya gelen kurbağa eninde sonunda dişi arkadaşının arkasında gizlendi. Bayağı balabanın akrabası olan bayağı guguk da göründü. Tekne bekleyen dört kişiye aldırmadan, otların arasına kuyruğunu sererek yerleşti. Kim bilir, belki de yumurtasının üzerine oturmak istemişti.

      “Guguk!”

      Sesi