Rahimcan Otarbayev

Beyaz Kelebekler


Скачать книгу

gülerdi.

      Bundan kırk sene önce, kendisi söğüt ağacı gibi dalgalandığı günlerde Salamatin henüz doktora öğrencisiydi. Dükkândaki piliç tavuklar gibi tıp üniversitesinin morgunda yatan ölü insanların bağırsaklarını çıkartıp kanlı neşterini aldırmadan yerleştirip, kalem ile kâğıdı eline alarak kendi kendine mırıldanıp birşeyler kaydeden çalışkan bir uzmandı. Zayıf omuzlarını, sarı renkli bakışı daha da güzelleştiriyordu. Güzel bir akşam gününde tanışmışlardı. Hey gidi gençlik, Almatı’nın ağaçlarını sayarak gezmişlerdi. Ağaçların diplerinde öpüşmüşlerdi. Bahara yaklaşırken çok öpüşmenin neticesinde, beyaz örtü takarak tek gözlü Rus ihtiyar adamın küçük evini kiralayıp gelin olarak girmişti.

      Delikanlıda yatak ve yorganından, iki kaşık ile kaseden ve sürahiden başka birşey yoktu. Kendisi ailenin tek kızıydı. Böyle fakir delikanlıyla evlendiği zaman ailesi karşı çıkmıştı. Zira davet edip koyun kestirecek, et haşlattıracak dürünlerin olmaması onlar için sıkıntılıydı. Merhum babası her ne kadar bostanını yere vurarak kızmış olsa da, bıyığını kılıç sallar gibi oynatsa da, eninde sonunda kızı için yumuşamıştı. Hatta kızı gönderirken ahırdaki ineğini bile hediye etmişti. Delikanlı kocası doktora tezini savunduğu zaman, o ineği kestirmişti.

      Durmadan korna çalan polis arabası kâh oraya, kâh buraya geçerek etrafa panik saçıyordu. Almatı’da mafya kadar bozguncular da az değildi. ‘Birilerini takip ediyorlar bu saatte’ diye düşündü hatıraların peşine düşerek…

      Salamatin’in tez konusu da ilginçti: “İnsan, maymunun neslidir.”

      Biyoloji ile tıp alanlarından doğan melez bir araştırma konusuydu. Kulaklı varlıkların kulaklarıyla hazmettikleri Darvin’in teorisine kimse itiraz etmiyordu. Başkaldıran kimse yoktu. Tez araştırmacısına işi bırakırsan, insanlar şu anda yaşayan maymunlara akraba değillermiş. Kökleri bir olan kardeş varlıklarmış. Bizim bir boyumuz, maymunların bir soyuymuş. Ağaca binerek mi ölmüş, yoksa dağın tepesinden mi düşmüş, orası belli değil. Yani kimse kalmamış. Bizim gibi insan nesillerini bıraktıklarına çok memnun kalmıştı Salamatin.

      “Saçmalama lan! Pekala Adem nerede? Buzulların üzerinde hamile kalıp dokuz aydan sonra doğuran Havva anamızın çektiği sancıları, kendi pisliğini yiyen maymunundan daha mı eksik sanırsın?” derdi babası öfkelendiği zaman. “Alemi en mükemmel yaratan Allah’tır. Yüce Yaratıcının kudretine karışmak mı istersin? Havva Anayı Adem Atanın kaburga kemiğinden…”

      “Kaburga kemiğimle istişare edelim” derim ben bazen. Bu, eşime danışayım bakalım demektir. Eğer delirmek istersen, bilim adamı ol, delirirsin valla!”

      Kızgın konuşan kayınpederine karşı gelemezdi. Fakat onun sessizliği, kirpi saçlarını tarayan kayınpederini çok kızdırırdı:

      “Öyleyse, söyle bakalım, dünya neden yaratıldı?”

      “Gözle görünmeyen, suda yetişen tek hücreli yosundan.”

      “Yuh olsun!” İhtiyar adam bunu duyar duymaz yerinden fırlardı nerdeyse. Keşke kanatları olsaydı ihtiyarın. Elleriyle etrafını yoklar. Yüzyüze oturan doktora öğrencisini dövecek bir şey bulamayınca ellerini oynatırdı. “Ne dedin, ne dedin?” Sonra gözlerini fal taşı gibi açardı.

      “Tek hücreli…”

      “Seni de, hücreni… Git lan başımdan! Yahu söyler misin, göze ilişmeyen hücreden fil ile dinozor nasıl peyda olur? Ağzına bir şey kaçırdın da, ondan konuşamıyorsun, değil mi? Al sana bir avuç toprak. Güçlü isen, bana bir dağ yapıver bakalım!”

      “Şimdi, nasıl… milyon yıllar önceki evrim…”

      “Devrim olsa da, hadi bakalım. O zaman milyon sene bekleyelim…”

      “Çocuğa huzur ver,” diye annesi araya girerdi. “Evladımın beynini yedin.”

      “Yosundan, maymundan insan mı olur? Beni konuşturuyor. Her ne ise, insan belki maymundan yaratılmış ta olabilir. Kulağa iyi geliyor.”

      “E, tamam artık. Bırakın gevezeliği. Maymundan da peyda olmuşuzdur. Köydeki Koyşıbay maymundan daha mı iyi?”

      “Yahu, hanım! Sen de aniden profesörleştin valla. Maymundan doğmuş gibi konuşuyorsunuz. N’olmuş sizlere be!”

      Sandalyede kafasını sallayan eşine bakarak tartışan anne ile babasının hem nazlı hem de yalnız olan kızı gülerdi.

      Yatakta yalnız yatan dul kadın yine dönerek yere düştü. Kirpiklerin uçları ıslaktı. Tyan Şyan restoranından çıkan gençlerin gürültülü türküleri duyuldu. Herhalde gençler sarhoşturlar. Her gün böyledir. İster istemez duyuluyordu. Türküleri de türkü değil, küfürdü. Sanki ağızlardan pislik dökülüyordu. Rusça ile Kazakça karma karışıktı. Her iki dilin hakkı aynıydı ya. Yaramaz çocuklar! Kızın ağlamaları, delikanlının bağırmaları, nedir böyle! Allah korusun!

      Salamatin doktora tezini savunacağı günlerde, Moskova’dan gelen hocalarından biri, “Ne olursa olsun, diri maymunu bulmamız gerekir. Diri maymunu deney yapacağız, böbreklerini filan keseceğiz. Netice ondan çıkar…” dediği anda panik başladı. Zaten zor nefes alıp veren doktora öğrencisiydi ki, bir de başına böyle bir bela balyoz gibi indi. Almatı’nın sokağında düşe yazacaktı. Bu zamanda deveyi kesersin çocuk gibi, fakat bu saatten sonra maymunu nereden bulacaksın?

      Kendini kaybedercesine hal geçirirken avare gezen birisi bu biçareye nasihat vermiş. Ondan sonra sabahtan akşama kadar hayvanat bahçesinden çıkmaz oldu. Eninde sonunda çok ihtiyarlayan, çenesini bile açamayan, yatakta uzanmış halde yatan büyük bir gorili bulmuş. Yufka gibi yumuşak kelimeler sarf ederek hayvanat bahçesinin müdüründen istemiş. O da burnundan kıl aldırmayan tiplerdendi. Bin küsür demiş araştırmacıya. Ne yapsın zavallı, müdürü eve davet ederek at etinden ikram etmiş, yalvarırcasına istemiş ve sonunda ölmek üzere olan gorili alacaklı olmuş. Acil servisle alıp ilmi araştırması için laboratuvara getirtmiş. Sonra bunu duyan arkadaşları gülmüşler:

      “Ne dersin… Salamatin’in kestiği maymun var ya, Kazakça küfrederek epey kavgadan sonra bıçağa dayanamamış. Dedesi çıkmış zavallının.”

      “Hayır, hayır. Maymun değil, çilingir sofrasından kafasını kaldıramayan sarhoşun birisiymiş…”

      “Salamatin’in maymunu” espirileri artık unutulmaya başladığı günlerde, zavallı araştırmacı yardımcı doçentliğe de başvurmuştu. Moskova’daki hocası yine ufuk genişletici şeyler söylese gerek.

      “Adam gibi dinlemek bize nasip değilmiş,” diye evvela rahatsız olsa da, sonra bu tempoya da alıştı. Doktorun eşi demektense, “Yardımcı doçentin hanımı” kelimesi daha güzel gelir kulağa!

      “Konu yine maymun mu?”

      “Evet! Maymun amcanın ta kendisi!”

      “Bu sefer iki tanesini kesersen, yardımcı doçent olursun.”

      “Bu sefer kesmeyeceğim. İnsana dönüşme sürecini araştıracağım.”

      “Kafasına vursan, iş biter,” dedi geçici doktorun eşi. “Geçen-ki gorilin Kazak’a akrabaymış. Şempanzeyi de Gürcülere kıyarsın!”

      Sözü ile özü deli olan eşinin şakasına Salamatin gözlüğüyle beraber gülerdi.

      Maymunun sayesinde başkentin merkezinden ev sahibi oldu. Tepesine Çek avizesini astıran doktor, yardımcı doçent olması için eskisi gibi çok uğraşmadı. Karl Marx’ın komünizm ormanında kaybolup söylediği meşhur ifadesini tekrarlayıp dururdu: “Maymunu insan yapan,