Rahimcan Otarbayev

Beyaz Kelebekler


Скачать книгу

haberi duyan herkes üzülmüştü.

      “Böyle olacağını biliyordum zaten.”

      “Ne diyorsun sen? Belki ailesini bulmuştur.”

      “Asemay ile iki evladına bakarak kapıyı açmazlar.”

      “Sus! Osman Batır’la birlikte hükümete baş kaldıran adamı Sovyet Birliği’ne sokmayız, demişler.”

      “Aldatıp bir şekilde Kulja’nın hapsine sokalım, demişler.”

      “Sen ne diyorsun, elini ayağını bağlayın, dilini koparın, demişler.”

      “Reddet kardeşim! Çocuk belindedir, eşin yolundadır.”

      “Vatanımıza geldik” dediğimizde, yolumuzu hep sarhoş adamlar kesti. Nereye geldik?” diye kadın erkek herkes konuştu.

      Bunlar olurken Ömırbay’ı Rus askeri götürmüştü…

***

      Asemay’ın teypteki konuşması devam ediyordu.

      “Gecikmeden Sovyet’teki bir güzelle evlenmişsiniz diye duyduk. Yakıştıysa problem yok. Fakir eşiniz ise hep eski hatıralarla yaşayıp ihtiyarladı. Sabaha doğru rüya gördüm. Saçlarım beyazlaşmış meğerse. Yanınıza eşinizi alarak bizlerden uzaklaştınız. Sonra dans ediyordunuz. Dansı bilirsiniz… Karajorğa! Sonra uyandım… Yahu şu ahmak kafaya bak, birini anlatırken öbürünü unutmuşum. Size kürk gönderdim. Sağlığınıza dikkat ediniz, Bey’im…”

      Yüreğine hançer gibi saplanan o güzeller güzelinin sözünü kesmek istediyse de teybin düğmesine basamadı.

      Meğer Asemay’ın haberi varmış. Evet, Ömırbay sınırı geçtikten sonra bir kızı olan dul bir kadına evlendi. Dul olan Bazargül’ün evi barkı vardı da ondan. Kendisinden 13 yaş küçüktü. Çocuk doğuramadı. Bazargül köydeki mağazada çalışıyordu. Kendisi ise postadaydı.

      “İçimdeki ızdırap bitmiş değil, Bey’im. ‘N’olur kapıyı açınız! Kocama bırakın beni!’ diye yalvardım. Nikah ahdimizi içtik ama kâğıtla ne işimiz var? Sınırdaki asker, ‹Tamam, kağıdınız yoksa, en azından eşiniz gelsin, bu benim eşimdir.’ desin. O zaman açarız.’ demişti…”

      Titrek elleriye yine sigara yaktı. Ağzından çıkan duman, adeta bir serap gibi belirdi…

***

      Evet, bir Rus askeri götürmüştü Ömırbay’ı. Konuşmaları çok kısa geçti. Fakat Rus yalnız değildi. Bir Çinli askerle birlikteydi.

      “Eşiniz olduğu doğru mudur?” dedi Çinli asker.

      “Hayır, ne eşi? Osman Batır’ı görmedim bile.” demişti Ömırbay.

      “Pekala, evlatlarınız var mı?”

      “Kimseyi tanımıyorum. Hükümete karşı baş kaldırmadım.” dedi.

      “Yalnız mısınız?”

      “Evet.”

***

      “Bey’im…” diye devam etti Asemay. ‘Evet, arkada Asemay ve iki oğlum kaldı.’ deseydiniz bizleri de sınırdan geçireceklerdi. Sizi sorgularken bizler yan tarafta duyuyorduk konuşmalarınızı. Bizi bırakmanız, bizleri feda etmeniz… Nasıl olur? Hani yüreğiniz yumuşaktı ya…”

      Ömırbay hıçkırıklara boğuldu. Yorganı örttü. Sıcak gözyaşları yüzünü adeta yakıyordu. Teypteki ses durmadan yüreğinden vuruyordu. Asemay ete kemiğe bürünmüştü. Yorganını açmak istemedi. Utanıyordu. Asemay ağlamaya başlayınca nefes alamadı. Esmer yüzlü Asemay’dan çekiniyordu. Sesi o eski günlere karışan ney sesi gibi duyuldu. Ağlamaları ne kadar tatlıydı…

      “Ne ise, sonra bizleri sınıra yakın olan köye götürdüler. Kış mevsiminde hayvanlarımıza baktık, yazın ot topladık. Şiddetli kışlarda donarak, sıcak yazların azabıyla iki evladınızı büyüttüm. Bilir misiniz tam size çekmişler keratalar… Kölsay’da ot toplarken şu sizin iki yaramazınız tepeye çıkıp, sınırın ötesinden sizi beklerlerdi. Bir siyah nokta görseler, ‘Baba geliyor, baba!’ diye velveleye getirirlerdi. Ben de onlara inanarak tepeye kadar tırmanıp çıkardım. Uzaktan siz geliyorsunuz diye türkü söylerdim. Hani ilk evlendiğimiz günlerde, Dolunayın altında ‘Kaz civcivi’ni söylerdik ya… Hatırınızda mıdır?

      Bu ülke köyümüzdür bizim, At koşturduğumuz tarlamızdır bizim!

      Gözümüze nur gibi ilişir, Sevgilimizle dolaştığımız yerlerimiz bizim!

      A-h-a-uu! A-h-a-uu!

      Uçurdum kaz civcivini…

      Evlatlarınızla söylediğimiz bu türküyü duyabildiniz mi, Bey’im?!”

      Üzerindeki yorganı atarak Ömırbay bağırdı:

      “Sen beni diri diri gömdün Asemay! Civcivlerim benim!.. Affet beni! Affet!”

      Yanında uzanan Bazargül yataktan fırladı: “Ne oldu! Uyutmuyorsun bile!”

      Karanlık yavaş yavaş çekilerek duvarın dört bir köşesine saklandı.

      BEYAZ KELEBEKLER

      N’olur karıncaya dokunmayın,

      Onun aradığı tek şey, hayattır.

Firdevsi

      Yine beyaz kelebeklerin peşinde koşarak yorgun düştü, susamış haliyle uyandı.

* * *

      Dümdüz caddenin sağ tarafında, birbirine çarparak yürüyen kalabalığın içinde düşe kalka yürüdü. Çarşının yolunu tuttu. Her gün aynı yol. Susuzluktu onu rahatsız eden…

      Yürüyüşe alışan millet onun yavaş yavaş ilerleyişine önem vermiyor gibiydi. Sabahleyin sökülen şafak aydınlığa dönüşünce, güneş alnını ısıtırcasına ışık saçıyordu. Beyaz baret şapkasıyla alnını kapatarak yukarıya doğru baktı. Henüz tüyünü dökmemiş olan yetim deve gibi darmadağınık yapayalnız gezinen bulutlar vardı gökyüzünde. Ağustosun çiyiyle gagasını çalkalayan serçe kuşu da kalabalığa alışmış; zıplıyor, uçuyor, yerinde duramıyordu. Onun da pazardan nasibi olmalı. Birdenbire, “Devran geçti o devran!” diye yükselerek çıkan sese doğru döndü. Yerinde duran kimse yoktu. Ayakları şişen yaşlı nine yanından geçiyordu. Elinden tutarak hızına yetişemeyen genç kızına tavsiyede bulunuyor, birşeyler anlatıyordu sanki.

      “Ben de öyleydim.” dedi nine.

      Kızcağız şaşkın bakışlarıyla, uzun yolun karşı tarafını izliyordu. Kısa gömleğiyle eteğinin arasından tek göz gibi dikilen göbek çukuru, yürüyenlerin gözlerine batıyordu.

      “Sen de benim gibi olursun…”

      Nine ile kızcağız kaybolduktan sonra ayıldı. Düşüncenin derinliğinde dolaşan, endişeleri içine sindiremeyen, sonsuzluğun dipsiz karanlığına sürüklenen tek o değildi. Herkes…

      Eskiden Devran, büyük şehrin kocaman çarşısında pantolon satardı. Zayıf kadıncağızın zor sığabileceği küçük bir yere sahipti.

      Pantolonların her çeşit renginden asarak, “Ağabey, sana tam oldu… Ne güzel yakıştı… Amcacığım tam sana göre dikilmiş.” diye malını satmaya çalışırken kendisi de şaşardı.

      Alıcıları da her yaştandı. Yerinde duramayan genci, toprakta sürünen ihtiyarı, uzun boylusu, topalı, bodur boylusu, herkes vardı… Paranın yüzüne bakmayan cömerti de, paranın mührünü yalayan cimrisi de eksik olmazdı.

      “Hey