Rahimcan Otarbayev

Beyaz Kelebekler


Скачать книгу

yağı mı bitti belli değil, ışık sönecek gibi oldu. Yorganın içinde uzanan Kapar’ın düşünceleri dünyanın dört bir yanında geziniyordu. Uyuyor muydu, derin düşüncelere mi daldı, belli değildi.

      “Buldum!” diyen acı acı yükselen ses kulağının pasını çözdü.

      “Neyi lan?”

      “Mo-ni-ka!”

      “Git buradan it oğlu it!”

      O gece rüya gördü. Saddam Hüseyin’le birlikte Koşalak’ın beyaz kumlarında at koşturuyorlarmış…

      Ertesi gün alnındaki iz iyice derinlemiş, ağzını zor açıyordu. Vücudu o kadar uyuşmuş ki, yavaş hareket etti. Duvarda asılı olan tüfeğine bakmak istemedi. Jetes sabahın köründe evi terk etmiş. Her ne kadar karları eriten mart ayı gelmiş ise de, dışarısı soğuktu.

      Ahırdaki birkaç davara ot vermek için dirgeni eline aldı. Hatice: “Ahırı saman otlardan ve pisliklerden iyice temizledim,” demişti. Doğruymuş meğer. Gerçekten de tertemizdi. Hayvanlarına ot verdikten sonra nedense evine girmek istemedi, dışarıda oyalandı.

      Şeytan gibi damdan düşen şu adama bak! Düşünce dünyasını alt üst etti. Bilmediği belası yok adamın. Yıllar önce “Gorbaçov yaşasın!”, “Perestroyka yaşasın!” diye at koşturup her tarafı zehir zemberek etmişti. Hayvanlarını otlatan millet sanki “Yaşamasın!” der gibi he bire bağırıp sloganlar atmıştı. Gorbaçov gidince Jetes’in eski söylemleri de aniden değişti: “Böyle olacağından haberim vardı. Karga pislik bırakmış gibi kafasındaki benini de sevmedim. Eşi Rayısa ise bizim kızdır, Tatardır. O da kocasına hükmetti. Damadımız ise korkaktı. İki arada bir derede kaldı…” diyerek rüzgâr gibi yön değiştirerek esmişti.

      Dünkü anlattıkları neydi ya…

      “Küreselleşeceğiz, sınırları yıkacağız, hepimiz kucak kucak sarılacağız…” dedi. Hay Allah, bu it oğlu itin kucağına kim ihtiyaç duyar?.. Her ne kadar falanı “beyaz” desen, o da bir yol bulur eksik yanını bahis eder. “Alkol kullanması iyi değildi, çok utanç verici…” diyerek Eltsin’i de koltuğundan düşürmüştü ya? Cebindeki kâğıdı bırakmadan çakalları savundu it oğlu it, demek bir bela gelecek…

      Danaya saldıran çakalı vurmak istediğinde ise çakal, kurt yada tilki gibi kaçmadı. Hiç hareket etmeden inadına duruyordu ki, kendisiyle “Ne yapabilirsin ki?” diye dalga geçer gibiydi. Sadece kedi gibi “miyav” yaptı. Kapar ise, kendi kendine “Ne demişler ‘Yolcu yoluna gerek!’ diyebilmiş. Arkanda Amerika gibi dayanak devletin varsa, mermiyi kim umursayacak ki?”

      O gün ne olursa olsun bir çakalı vurdu. Derisini yüzdü. Etini çöpe atmak istemedi. Köpeğin tabağına attı. Kutjol ismindeki köpeği ise, burnunu ateş koruna dokundurmuş gibi ürperdi. Evden uzaklaşarak kaçtı. Birkaç gün gelmedi. Köpek de olsa, çok değerli hayvan, kötü koku alınca yada birşeyi hissedince, evini bile terk etti.

      Demire gerilen iki çakal derisini atın eyerine bağlayarak Kanişken’e götürdü. Orada kurt derisine altı bin tenge verirler, çakala ise o miktarın yarısı. O da az değildi. Yine küçük bir deriyi kokan kulübenin içine girip uzattı. Daha birkaç gün önce deriyi kapmak için elalem buna saldırıyordu. Kulübe içindeki adam: “At bunu abiciğim!” dedi kendisine arka dönerek. Büyük bir felaketin olacağını hissetti o anda…

      Allah’ın kulu, belâyı kendisi bulur. Derileri atmadan evine getirdi ve iyice işletti.

      Öğleden sonra çay demledi. Birkaç kâse çay içti. İçinde kaldı bu çakal olayı. Dışarıya atamıyordu. Sonra, “Allah’tan kork, vazgeçtim!” diyerek mırıldandı ve yüzünü sıvazlayarak ayaklarını uzattı. Uzanınca gözüne yine tüfeği ilşti. Tam o esnada, “Allah belanı versin! Nerdeyse düşmanımla baş başa kalacaktım. Hatun da gelmedi!” diye yerinden fırladı. Güneş ufuğa doğru kaymış. Ahırda koyun kuzu meleştiler. Peline doyan kuzular susadılar. Kargalar uçuştular. Evin çatısına çıktı. Simsiyah yağ sürülmüş gibi baca vardı. Dumansız baca da garipmiş. Uzanan yola doğru baktı. Uzaktan birşeyin hareket ettiğini gördü. Hatice olmalı evine acele eden. Deriyi paltonun yakasına diktirmişti kadıncağız… Kanişken’de kim sahip çıkar ki? Yazması olan kağıda dayanır. Bebeklerine kadar televizyonun önünde uzanarak yatarlar. Onlara hava atmıştır herhalde… Düşmanları, koyunlar gibi melemiştir.

      Ölmek istese can ciğerinden tatlı, gömülmek istese toprak taştan daha katı… Of çekerek etrafını izledi. İki çakalın kafası çatı üzerindeydi. Titremeye başladı. Soğuk ter döktü. Kafası zonkluyordu, çocukluk döneminden kalan radyonun anlamsız sesleri kulaklarını çınlatıyordu.

      “Yaramaz çocuklar çatıya fırlatmışlar,” diye kafasını salladı. Ansızın bakışları bulandı, halsizlik üzerine çöktü. Kendisi topladı ve çakalların kafalarına göz atınca sanki ikisi de onu takip ediyor gibiydi. Ucubeler gibi göz dikmişlerdi. Hatta tırnaklarıyla toprağı kazan gulyabaniler gibi cehenneme doğru sürükleyeceklerdi sanki. “Merak etme Kapar! Afrikalıları götürdüğümüz gibi seni alırız! Miyav, miyav…” der gibiydi.

      Canı sıkıldı. Sanki medet bekler gibi yolu izledi. Hatice evine varmakta acele ediyordu. Paltosunun yakası ateş koru gibi yanarak göze öyle batıyordu ki. Yaka değildi, sanki çakal boyununa sarılarak hiç bırakmıyordu. Gök yüzünde dolaşan kargalar mıydı, belli değil. Fakat gök yüzünü bulutlar kaplamış gibiydi. Radyo sesi kulakları öyle çınlatmıştı ki, helikopter sesi geliyordu.

      “Allah Allah!” dedi çaresiz kalan avcı, bacaya dayanarak. “Pis çakallar gitsinler Amerika’nın milli zenginlikleri olsunlar. O zaman ben kimim? Devletin zenginliği miyim, yoksa… Biçare gezen sahipsiz birisi miyim? Bu dünyadaki kazancımla, öbür dünyanın imanıyla bir şeyler istemeye hakkım yok mu? Sağ el hain olsa, sol el imdada koşmaz mı? Bu devlet devlet midir, yoksa hayvanlar ahırı mı, lan!”

      Gözleri yaşardı.

      Batan güneş fani dünyanın güzelliğinden vazgeçmek istemez gibi her tarafı aydınlatıyordu.

      ÇİN HEDİYESİ

      İkindi ile akşam arasındaki gök gürültüsü, yeryüzüyle baharın göbek bağını kesmişti. Kış mevsiminin şiddetli soğuğundan zayıf düşen köylü, çişeleyen yağmuru seyredip, “Kudrete bak!” derken içleri umut ve sevinçle doluydu. Tarladan doymadan dönen hayvanlar bile gübre kokulu ahıra acele etmeden yavaş yavaş geliyorlardı. O esnada Bazargül siyah ineğini sağıyor, Ömırbay ise eline aldığı çubukla bir buzağıyı uzaklaştırıyordu.

      “Bey, sen ne yapıyorsun? Şu akrabasının peşine düşüp sınır ötesine giden Takay var ya, meğer geri dönmüş. Bir sürü mal getirmiş,” dedi eşi memeyi çekerken. Memeyi sıkı tutan güçlü kadın kovaya süt akıtarak buzağıya dönüp baktı. “Geçen şu komşu kadın söyledi; fakirmiş ama maşallah gözü tokmuş.”

      Ömırbay’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Belini doğrultamadan zor yürüyen eşine, hareketsiz duran siyah ineğine, memeye uzanmak isteyen buzağıya baktı. “Çeksene ayağını! Baksana şuna! Buzağıya süt vereceğine… Sanki son sağma sütü azmış gibi. Sen de içsene, hadi yapış!” dedi Ömırbay hayvanlara kızarak.

      Bazargül’ün gözüne uzun boylu, kırpık bıyıklı bir adam ilişti. Yerinden hemen fırladı. “Çin’e kaçarken bitleri semirmişti, bak şimdi, adam olmuşlar,” diye düşündü.

      Eşinin bu keskin sözleri Ömırbay’a çok dokundu. Dışarıdaki kapıyı sertçe kapatıp eve giren