Rahimcan Otarbayev

Beyaz Kelebekler


Скачать книгу

Sabah şu kısır maryayı tarlaya gönderme. Torunumuz güzel bir çorba içsin.”

      Bazargül’e seslenmek istediği anda kapı gıcırdadı. İçeriye Takay girdi. Elindeki bohçayı kapı önüne atarak yüksek sesle selam verdi.

      “Hay, Allah! İki yanağına bak, kıpkırmızı, ne kadar gençleşmişsin! Yoksa yağ mı sürdün yüzüne?”

      “Hadi yengeciğim, çay kaynatıver! Yağı da sürdüler, balı da. Boş ver, hadi sen işine bak!”

      Ömırbay kardeşini sofranın başına oturtturdu. Kendisi ise ocağın dibine doğru kaydı. “Yağ sürmez ha!” diyebildi.

      Bazargül , Takay’ın getirdiği emaneti istemeden aldı.

      “Millet iyi mi?” diye sordu Ömırbay.

      “Herkesin bol bol selamı var abi. Eskisi gibi rahatlık yok tabii ki. Ne yapalım zaman işte…” dedi Takay.

      Ömırbay’ın gözüne biraz önceki hayal ilişti. Eşi ile kayınço arasındaki şakalaşmalara önem vermedi.

      Yalnız kaldıkları zaman Bazargül Çin’den gelen hediyelere bakarak:

      “Düşmanından da alsan, menfaatine derler ya… Al şunu! Çin’deki karın göndermiş,” dedi. Ömırbay elinde parlak mavi bir kumaşın olduğunu fark etti.

      “Ne kadar güzelmiş!” diye hayret etti. “Küçücük teybi de göndermiş. Zavallı ne yapsın?!” diye mırıldandı Ömırbay.

      Pelüş gibi yumuşak işlenmiş, boy posuna uygun biçilmiş siyah kürk Ömırbay’a çok yakıştı. Vücudunu öyle ısıtıyordu ki, çıkartmayı düşünmedi.

      “Sana yakışmadı. İhtiyara ne yakışır? Astana çok soğuk. En iyisi damada hediye et! Şansa bak. Kızım için diyorum. Avuçlarını yalıyordu zavallı. Şu kumaşı alıp kendisine güzel elbise diktirsin. Şu teybi torunum görürse, çok sevinecek. Ne ise yatalım. Sabah hayvanları tarlaya erkenden sürmek lazım,” diyen Bazargül, sevincini gizleyemedi. Gerdek gecesini hatırlamış gibi yatağını acele etmeden düzeltti. Bembeyaz yorganını serdi. Kürk ile mavi kumaşı katlayarak dolabın içine koydu.

      Her ne kadar vakit gece yarısını da geçmiş olsa da, Ömırbay gözlerini kapatamadı. Sarışın yüzlü eşi sağa sola dönerek derin nefes alıp uyuyordu. Ömırbay ise yorganı teperek kendisiyle mücadele ediyor gibiydi.

      “Yengeciğimin iki güzel hasleti var: Uykusu taş, sözü ise zehir gibidir,” diye konuşan Takay’ı hatırladı.

      Gözlerini nasıl kapatabilirdi ki? Vücudu yataktayken hayali Çin’de gezip dolaşıyordu. Tepeden tepeye dolaştıran o eski atını hatırladı. Neydi o günler…

***

      Beyaz Çarlık’ın yerle bir olduğu, Kızıl askerlerin güç kazandığı o korkunç devirde Ömırbay’ın annesi ile babası iflas edince, sınıra yakın olan Çin’deki Kulja ilçesine göçmüşler. Geldiklerinde çok zorlanmışlar. Ömırbay ise ailenin tek oğlu olarak nazlı nazlı büyüyordu. O dönemde ilçede Çinliler pek yoktu. Sonraki dönemlerde bir gün içerisinde çoğalmışlardı. Çok mu özlemişlerdi vatanlarını? İlk günlerde akşamleyin ocağı yakarken geldikleri tarafa bakarak ağlarlardı. O zor dönemlerde hayatında ağzına haram lokma atmayan Kazak yaşlıların fareyi ateşte pişirip yemelerine hayret etmişti. Yetim çocukların savaş esnasında zamanın çıldırtıcılığına uyarak ellerine silah alıp bir anda asker üniformalarına bürüneceklerini kim aklından geçirebilirdi ki?

      Ömırbay babasının istediği kızla evlenmişti. O günlerde Çinlilere karşı savaş ilan eden Osman dayısı vardı. Osman Batır daha önceki hukümetle yaka paça olmuştu. Bu sefer Kuomintang’a karşı baş kaldırmıştı. “Kim varsa, herkes atına binsin! Ezilmek isteyen Çinlilerin ayakları altında kalsın!” diye haykırmıştı.

      Annesi bırakmıyordu oğlunu. Bir sürü bahaneler ileri sürse de, dinine bağlı olan babasına söz geçiremiyordu. “Git oğlum!” diyen babası, “Ruhun Allah’a emanet; nefesin kısmettir. Babayiğitlerin başıdır Osman. Milletin hayalidir Hürriyet. Osman’dan daha güçlü, hürriyetten daha mukaddes bir şey yoktur oğlum. Git!” demişti.

      “Tek oğlumu nasıl savaşa gönderirsin? Fıtratı çok farklı. Korkaktır senin oğlun. Çocuğunun ölmesini mi istiyorsun? Çinliler peşini bırakmazlar oğlumun! Gelinim yapayalnız kalacak. Baksana, hamile haliyle kıvranıyor. Osman dayısı ise farklı, herşeyi gören bir insandır. Gerekirse bir hayvan için bile savaşacak fıtratı var onun.” diyerek hayatında nadiren konuşan annesi içini dökmüştü.

      “Sus!!!” diye babası susturmuştu.

      İşte o andan sonra dağları dolaşarak kayaların üzerinde yürümüştü. Düşmana karşı nice mücadele meydanlarında bulunmuştu.

      “İt oğlu itlere bak ya! Eskiden asker ata binemezmiş. Bir askere bir atlı Kazak’ı verirlermiş. İki kişi ata binermiş. Asker tüfek tutar, Kazak arkadan askeri tutarmış. Tabii ki et yiyen Kazak’la denk olunur mu?” diye konuşurdu genç Ömırbay. “At koştururken bağırıp çağırın! Düşmanın nefesi kesilsin!” derdi.

      Sovyetle savaşan Osman Batır, eninde sonunda Çinlilerin eliyle kurban oldu. Osman şehit düşünce Çinliler lidersiz kalan Kazak askerlerini Kulja ilçesindeki hapse attılar. Eskiden fareye dönüp bakmayan askerler, açlıktan fareyi bile bulamaz oldular. İşte Ömırbay, Tamuğun ateşinden zar zor kurtulabildi.

      Yıllar geçti. Ömırbay’ın ikinci oğlu dünyaya gelmişti…

      Herkes kendi gölgesinden korkarak baskılara alışmaya başladığı sırada, Sovyet Birliği yumuşamış, Çin-Sovyet sınırı açılmıştı. “Vatanlarını özleyenler için geri dönüş!” haberi ulaşmıştı. Millet paniklemişti. Herşey belirsizdi. Her kafadan bir ses çıkıyordu: “Müjde, sınır bir sene boyunca kapanmayacakmış… Hayır, bir ay açık kalacakmış… Sovyet askerleri kadın ile erkeği ayrı kabul edeceklermiş…. Çin’in bitine kadar herşeyi sayarız demişler….”

      Ömırbay, eşi Asemay ile iki oğlunu Altay’da oturan kayınvalidelerin evine gönderdi. Kayınvalideler de sınırı geçeceklermiş. Kızla damadı bekliyorlarmış. Ömırbay ise Boztepe’nin eteğinde kalan annesi ile babasının mezarını ziyaret ederek sınıra gelecekti. Kayınvalidesi ile eşi Asemay sınıra gelene kadar büyük oğlu bir gün öncesinden sırayı bekleyecekti.

      Sovyet Birliği’nin hangi şehrinde veya ilçesinde yerleşeceklerini sınırda haber vereceklermiş. Eğer akrabalar listeye dahil olmazsa, gözyaşına bakmadan herkesi her tarafa tespih taneleri gibi dağatacaklarmış. En çok da bu haber yürekleri hoplatıyordu.

      Ömırbay sınıra vardığında sınır kapısı kapanmış, kendisi kalabalığı yararak son anda geçmiş, ailesi öte yanda kalmıştı.

***

      Ömırbay düşüncelerinde boğuluyordu. Kalktı, sigara yaktı. Yatakta uzanan sarışın eşi kıpırdamadan uyuyordu. İçini yakan acı dumanı nefes vererek çıkarttı. Küllüğe el uzattığı anda Çin’den gelen küçük teybi fark etti. Yine uzandı. Yorganına büründü. Biraz sonra teybin düğmelerine elini uzatıp basınca o eski yıllara karışan Asemay’ın sesini duydu. Gelin olarak evine gelen Asemay’ın sesi ne güzeldi!

      Perde arkasından utana utana çıkar, esmer yüzüne yakışan o güzel saçlarını eliyle tarar, anne ve babasına çay ikram ederdi. Gülümsediği zaman iki şirin gamzesi belirirdi. İşte o güzeller güzeli Asemay’ın sesi eskisi gibi değildi.

      “Önünüzde eğilerek selam verdim! Bu, Allah’ın emriyle nikâhladığınız Asemay,” diye konuştuğunda Ömırbay titremeye başladı. Havasızdı. Yüreği