Rahimcan Otarbayev

Beyaz Kelebekler


Скачать книгу

geldiniz?” dedi bir gün gülemseyerek.

      “Hayır, engin tuzlu topraklardan geldim.”

      Cevaba güldü. Öylesine bir gülücük değildi. Sanki çini kırılarak havaya buharlaşmıştı. İşte o andan itibaren o, suyu değil, kırılan çininin sesini duymak için arardı. Yine o ses, havada kaybolan ses. Ağabey ile yengenin destekleriyle yaşayan yetim kızmış. Yüzünde bebekliğin, korkudan sığınmak isteyen bakışlarında ümidin izleri vardı. Heveslenerek içtiği hüzünlü gülüşünü bu ümide bağlamıştı…

      “Sonbahara doğru düğün yaparız…” diye anlaşmışlardı.

      “Jarbay’da yalnız oturan anneyi de evimize alırız…” demişlerdi. Fakat…

      “Eski mezarlığı yerle bir ederek şu Nikah Salonunu yapmışlar. Sonumuz hayırlı olsun!” diyen tanıdık sese doğru dönüp baktı. Ayağı şişen o nineymiş. Biraz rahatlamış gibi.

      “Bugün nikah kesenler o kadaaar çok ki.”

      Göbeği açık kız “O kadar” kelimesini sakız gibi çiğneyerek çekti.

      “Hayvanlar beslendiler. Sebze meyve pişti. Milletin şehveti uyanmaz da, kimin uyanır?”

      Nineyi takip eden kızın duyguları coştu.

      “Günümüzün gençleri kararsızdırlar. Gece verdikleri sözden sabah hemen dönerler… Şu pazar da nerede kaldı, ne kadar uzak!”

      Dükkânları takip ederek kimseye yol vermemesi de nedir!

      …Fakat!

      Günlük pantolon ticareti kızıştığı anda, “Çarşı sahibi seni çağırıyor. Hemen yanına git!” diye haber almıştı. Şaşkın şaşkın baktı. Yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü çarşı sahibiyle bazen karşılaşırdı. Sahip olduğu zenginliğiyle ilgili pazardaki kadınlar konuşa konuşa bitiremediler.

      “Yahu ceketini günde iki kere değiştirirmiş.”

      “Ceket te nedir kardeşim, haftada bir yeni arabaya biner.”

      “Karısına Paris’te vila almış. Karısı ise, her kokuyu beğenmez, ‘Coco Chanel’ banyosu yaparmış.”

      “Bir tek kızı var. ‘Jeep’ arabasından hiç ama hiç inmezmiş.”

      “Deme ya… Arabadan inmez de kendisine koca arar belki de. Sen de deli karısın, o sen yada ben değil ki?”

      “Saçmalama! Zenci bir erkek bulsun, bir kabile reisinin karısı olsun, sonra yurdundan kovulsun da bakalım. Çivi çakılmış gibi oturur mu?” diye arı yuvası gibi zıvır zıvır konuşmalar bitmezdi. Hatta tartışmaya girer, bazen kavga ederlerdi.

      Bir eli yağda, diğer eli balda olan çarşı sahibi neden bununla görüşmek istemiştir ki? Yoksa çarşıda çalışmak isteyenlerin sayısı çoktur. “Küçücük yerimden olmasam keşke” diye korkmuştu. Annesi de her gittiğinde, “Yavrum, zirvelere çıkarım diye düşünme!” diye ikna ederdi. Pantolon satan oğlu sanki çarşının en şerefli yerini elde etmiş gibi konuşurdu. Titrek hareketiyle büyük odanın içine girdiğinde yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü beyefendi yerinden gülümseyerek kalktı.

      “Gel kardeşim, buyrun! Sen benim kardeşimsin, sana göz diktim.”

      Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu. Çarşı sahibi kurt gibiydi, başından ayaklarına kadar süzdü.

      “Selamünaleyküm!” dedi yeniden ne konuştuğunu bilmeden.

      “Aleykümselam. Otur kardeş. Sakin ol. Pantolonu ne yapacaksın? Boş ver! Bugünden itibaren danışmanım ol. Kızımla birlikte… Hem çok paran olur.”

      “Satamadığım malım var…”

      Çarşı sahibi kahkahaya bastı:

      “Kardeşim, güzel kardeşim, kimse pantalonsuz kalmaz, korkma. Başkasına veririz.”

      Devran bu görüşmeden sonra zor ayıldı…

      Yürürken adeta düşüyor ve kalkıyordu. Çarşıya doğru yürüyordu. Her gün bu yönde hareket ederdi. Fakat zayıf düşüren susuzluktu… Sokaktaki insanların boş konuşmalarını dinliyerek geçiyordu. Harfleri yutarcasına konuşan bir dede, uzun boylu oğluna kızıyordu.

      “Geçen sene büyüttüğüm öküzü satıp seni okumaya verdim. Öğretmenlerin şikâyet ediyorlar, ‘Senin oğlun bir harf bile öğrenemedi’ diye. Bak şu işe… Oğlum Yargıtay olacak diye annen gece gündüz çalışıyor. Bizler eskiden kitapları ezberlerdik. Sılkıbay denen adımı kirlettin, köpek oğlu köpek!”

      “Baba n’olur, yeter artık!” der oğlu…

      Çarşı sahibinin iki danışmanından biri, satış yapan kadınların çarşı sahibinden sonra çarşıyı sahiplenecek dedikleri Sırğalı idi. Elma yüzlü, erkek tenli, çok hareketli kadındı. Gözlerinin rengi babasının koyu renginden değil, gök rengindendi. Yüz yüze karşılaşırsan eğer, gövdesinden yüzün görünmez olur.

      O gün Alima, “Başkanım bizim suyumuzdan tatarsa, ne güzel olurdu,” diye gülümsemişti.

      “Senin su kaynağına bayılırım ben,” demişti Devran büyük bardağı çevirerek. “Güneş her tarafı yakıyor. Sahi, yarın tiyatroya gidelim, olur mu? Güzel bir oyun varmış diye duydum.”

      Sesini yükseltmeden konuştu: “Gidelim. Mercedes’ine beni bindirecen mi?”

      “Tabi canım.”

      O anda kırılan cam sesi onu korkuttu. Meğer bardak yere düşmüş.

      Yoldan geçerken çarşı sahibinin odasına girdi. Çarşı sahibi ses çıkartmadı. Aşağıya doğru bakıyordu. Yanında duran erkek tenli kadının yüz rengi değişti.

      “Sen!” dedi öfkelenerek. “Ne yapıyorsun orada! Koskoca adam değil misin?! Babamdan sonra bu işe sahip olan sen değil misin?! Çarşının girişinde bir de su içersin ha! Bundan sonra sana kim saygı duyar?”

      Devran sessiz kaldı.

      “Yoksa buzdolabın mı doldu?”

      “Tamam, kes!” diye velveleye getiren kızının konuşmasını kesti babası. “Yeter artık! Devran, kardeşim, iyi geçinmek iyidir. Fakat bu millet senin iyiliğini anlamaz. Azıcık bağladın mı sonra vazgeçmek kolay olmaz. Hiçbir şey önemli değil. Sırğalı’nın düşündüğü tek şey, senin onurundur. Gençlerin dilekleri bir olur derler. Birbirinize destek vermelisiniz. Ben sizinle gurur duymam gerekir. Anladın mı oğlum?”

      “Af buyrun efendim… Aklımı kaybettim!”

      “Sen ne diyorsun?”

      “Sırğalı, yeter artık! Öyleyse, Devran, benim şöyle bir planım var. Bizler çarşı açtık diye hep kendi kazanımızı kaynatmayalım. Komşu eyaletlerde, mesela Almatı’da yada Astana’da yeni alış veriş merkezleri var. Onları nasıl çalıştırdıklarını öğrenmek lazım. Sonra bir proje halinde bunu işleyelim. Şu çarşı satışı bugün vardır, yarın olacağından kim emin olabilir? Milletimize temiz hizmet vermeliyiz. Bu bizim görevimiz. Bu işi Sırğalı ile birlikte yaparsınız diye ümit ederim.”

      “Tamam, abi.” Sesi kısık çıktı.

      “Ne güzel işte! Hadi bakalım, bugün uçuş varsa, hemen yetişin.”

      “Ne zamana kadar?” Kızı yumuşadı. “Babacığım, aciliyetimiz yok!”

      “Bir ay… iki ay… üç ay… Siz bilirsiniz!”

      Yine düşe kaka yürüyordu. Çarşıya doğru. Her gün olduğu gibi. Susuzluktu güçsüz bırakan…

      Harfleri