Gabit Müsirepov

Ulpan


Скачать книгу

kurdun kokusuna ter kokusu da karışmaya başlamıştı. Şişman ve semiz miydi acaba?.. Bu dönemde dişi kurtlar yalnız gezmezdi, yavrularını avlanmaya alıştırarak yavrularıyla birlikte gezerlerdi. Bu, işte, erkek olanıydı. Erkek olduğu kokusundan da anlaşılıyordu zaten. Koyun yemiş olmalı, koyun etinin kokusu duyuluyor. Ay Allahım, koku nereye kayboldu? Yok ya hu!

      Sadak, biraz daha hamle yapıp kovaladı ve sonra durdu. Bildim, bildim! Öbür tarafa doğru dönmüş olmalı. Hiç farketmez, rüzgar o taraftan esiyor. Şimdi bulup alacağım, şimdi… Sahibine bir bakış atıp özür diledi ve dönüp ikinci tarafa doğru, önünü kesecek şekilde koşmaya başladı. Çok geçmeden koşması da hızlandı. Atılarak gidiyordu. Sahibi de ata kamçıyı bastı. Müsirep’in atı da çok kuvvetliydi, öyle olsa da Sadak yine de daha hızlıydı ve çabuk uzaklaştı.

      Biraz sonra Müsirep, kurt ile yarım kilometre kadar mesafelik yerden önünü keserek geçip yakınlaşan Pars’ı gördü. Sadir kaldı. Kurtun göğsünden atıldı ve kurt yere yığıldı. Pars da yetişti. Şiddetli bir boğuşma…

      –Kurban olayım hey, Sarı Sadak’ım hey! Diye Müsirep de geldi.

      Kurdun üstü başı kırpkırmızı kandı. Karnı parçalanmış, bağırsakları dışarı çıkmıştı. Sadak, kurdu halen de boğazına yapışmış vaziyette ısırmaya devam ediyordu. Karnını, bağırsaklarını parçalamak Pars’ın yaptığı bir işti…

      Müsirep, Sadak’ın alnını, ensesini okşayıp: “Kurban olduğum hey, sarı Sadak’ım hey!” diye köpeğin ağzını zar zor açtırdı. Çenesi resmen kilitlenmişti.

      Müsirep o sırada farketti ki, Sadak buraya gelene kadarki elli adımlık yeri pusuda sürünerek gelmişti. Bunu her zaman yapardı. Bu, kurda görünmemek için yaptığı bir şeydi. Müsirep bunu ilk defa görmüyordu. Sadak, kurdun geçeceği yere sürünerek gelip gizlenirdi ve tam karşı karşıya geldikleri anda ok gibi atılırdı. Hızlıca kurdu yakalardı ve boğazına yapışırdı. Isırırdı ısırırdı. O sırada Pars da yetişip kurdun karnını, bağırsaklarını parçalardı. İyice hırslanmış vaziyette burnunu sokup çıkarıp, başını iki yana sallayınca bütün iş biterdi.

      Müsirep, kurdu Sadir’in eğerinin arkasına bağlayıp, ekibin olduğu yere doğru yola çıktı. Artıkbay’ın avulu bunların dönüş güzergâhındaydı. Uğramasalar ayıp olurdu, kurdu onlara bırakıp gitmezlerse daha da büyük bir ayıp olurdu. Müsirep bir düve büyüklüğündeki erkek kurdu sürüyerek eve girip:

      –Artıkbay Bey, işte kurdunuz! Dedi.

      –Hey, hanım, toy yap, kazan kur! Bizim eve on beş yıldan beri giren ilk kurt bu!

      Biraz daha gecikerek Eseney ve beraberindekiler de bu eve geldiklerinde, tek parça halinde yüzülüp kuruması için gergiye gerilen kurt derisi keregeye dayanmış olarak duruyordu. Büyüktü. Hayvanın suratı, çadırın kubbesini oluşturan çubukların bükülen kısmına kadar ulaşırken, kuyruğu ise yere kadar uzanıyordu.

      –Türkmen, Artıkbay Bey’e kurdu getirip bağlamışsın ya! Dedi Eseney.

      –Elimize geçen yalnızca bu oldu.

      –Erkekmiş, devamı gelerek sürüsüyle yirmi yedi olsun, Artıkbay Bey.

      Avcı Müsirep, iki tilkiyi birden yüklenmiş olarak geldi.

      –Nerede benim Ulpanım, kraliçem! Buraya gel, sarın bu iki kızıl tilkiyi. Selamunaleyküm, Artıkbay Bey. Sağlığınız, sıhhatiniz nasıl? Kurban olayım, ihtiyar ağabeyin büyük bir ayıp yapmıştı… İşte bu ayıbıma karşılık olsun! Nesibeli, sen nasılsın? Benimle alay edeceksen et, bana her gün gülseniz yeridir. “Güleceksen, ihtiyara gül” dedikleri budur işte.

      Ulpan gülümseyerek gelip iki tilkiyi aldı ve:

      –Ayıp dediğimiz şey, bize tekrar geri gönderilmedi mi, Müsirep Bey?! Siz verdiniz, ben de aldım. Şimdi de size geri veriyorum… Siz kendiniz alınız, diye tilkileri tekrardan ona uzattı.

      Eseney töre çıkıp oturdu:

      –Ayıbın mayıbın geri verilmediği de, geri dönmediği de olabilir, dedi. Bu, “Müzbel Doru” adlı atın geri verilmeyeceğini hatırlatmaktı. Bu konuda, bu defa Ulpan’ı nasıl olur da konuşturabilirim diye gün boyu düşünmüştü.

      –Dönüp yılkı sürüsüne katılmasına, tekrar döndü demiştim ya, öylesine. Ulpan, dünden beri hiç sesini çıkarmadan oturmasını doğru bulmayıp, küçük bir şaka yapmıştı.

      Eseney biraz düşündü ve Artıkbay’ın yılkısının “Müzbel Doru” ile birlikte Sadir’in mallarına eklendiğini hatırladı.

      –Yılkı sürüsüne katıldıysa, yılkı sürüsünü tamamen alayım demektir de! Dedi.

      “Bu ne demek? Kalınmal olarak veriyorum demek mi? Bu ihtiyarda böyle bir düşünce de olabilir! Bırak bunu, böyle bir düşüncesi varsa, hemen onu bu düşüncesinden vazgeçirmek gerekir”.

      –Bizim eve sürü olarak gelen malın hayrı olmaz, dedi Ulpan. Sesi belli belirsiz bir sertlikte çıktı.

      Bunların neyi ima etmeye çalıştıklarını anlayamayan avcı Müsirep:

      –Ulpancan, kurban olayım, ayıbı kurusun, babana hediyem olsun. Alıver, güneşim! Diye lafa girdi. Ulpan bu neşeli ve gülen haliyle tilkiyi aldı ve mutfağa gitti.

      Çay içerken yine lafın ucu Ulpan’a gelip dokundu. Eseney ve beraberindekiler avda bir maralı ellerinden kaçırmışlardı. Avcı Müsirep bundan söz açtı:

      –Peh peh vay! Altın boynuzlu akmaraldı! Esney Bey, sizin köpeklerin ağızlığı olmadığında, kurtulamazdı. Avcılıkta mahir köpekler, hepsi birlikte hızlıca hamle yapmadan, pusuya yatarak kovaladılar. Sizin köpekler üçü birden hamle yapıp, birlikte yorgun düşüp, sonunda birbirleriyle dalaştılar, zar zor ayırdık. Her yerden gelen köpek, köpek olmuyor.

      Artıkbay heyecanlandı:

      –Altın boynuzlu akmaral mı dedin sen? Vay be, onu bizim avulun delikanlıları gün boyu kovalayıp, iyice yorup sıkıştırdığında, Ulpancan onu kurtarmıştı… Zavallı maral yorulduğu için göle güp diye yığılıvermişti. O değil midir, Ulpancan?

      –O herhalde.

      Ulpan’ın maralı kurtardığı gerçekti. Delikanlılar göle yığılı-veren maralı nasıl yakalayacaklarının bir yolunu bulamayınca, ihtiyar Artıkbay’ın mızrağını istemeye adam göndermişlerdi. Ulpan babasına: “Verme!” dedi ve atına binerek hemen gitti.

      Bu maral, Ulpan’ın arada sırada gördüğü maralıydı. Maral, onu kovalamayan, üzerine köpekleri kışkırtmayan kıza alışmıştı. Çok yakınlaştırmamakla birlikte hoplayıp zıplayarak kaçıp gitmiyordu da. Çalıların yapraklarını koparıp yerken, Ulpan’dan gözlerini hiç ayırmadan ihtiyatlı davranarak ona bakıyordu.

      Ulpan göle geldiğinde, on beş kadar atlı delikanlı gölün etrafını dolanarak gelip, köpekleri kışkırtarak koşturuyordu. Suyun soğuk olduğu bir zamandı, bu yüzden kimse göle girememişti.

      Ulpan, delikanlıları oradan kovup göndermişti.

      –Ne var, kırk çadırlı Kürlevit boyu, kırk yapraktan koparıp alayım diye mi geldiniz? Dokunmayın! Bu benim maralım! Dedi.

      Delikanlılar utanıp, köpeklerini de alıp hepsi dağılmışlardı. Az sonra maral da sudan çıkıp, silkindi ve sık ağaçlığa girip kayboldu. Gün boyu insanoğlu tarafından kovalanmış olsa da, Ulpan’dan bu defa da kaçmamıştı, kendini toplayıp yavaş yavaş yürüyerek gitmişti.

      –Gözleri pasparlak ya hu, kapkara… dedi avcı Müsirep.

      –Kara