bu yönüyle söz konusu dönemdeki siyasi, sosyal ve edebî olay ve faaliyetlerin hangi zeminde ve hangi şartlarda cereyan ettiğini ortaya koyması sebebiyle göz ardı edilemeyecek bir eserdir.
Romanın Türkiye Türkçesine aktarılması sırasında hatırı sayılır derecede güçlüklerle karşılaşıldığını belirtmek isteriz. Çünkü Çolpan, bugün artık Özbeklerin bile unuttuğu bazı mahallî kelime ve ifade usullerine eserinde çokça yer vermiştir. Bu kelime ve ifade usullerinin manasına nüfuz edebilmek için Kazak Dr. Öğretim üyesi Dinara Duisebayeva’dan, Özbek öğretim üyeleri Doç. Dr. Nâdirhan Hasanov, Doç. Dr. Sırderya Utanova ve Prof. Dr. Uluğbek Hemdemov’dan yardım alınmıştır, kendilerine müteşekkir olduğumu belirtmek isterim. Romanın Türkiye’de yayımlanmasını üstlenen Bengü Yayınları ve Yakup Ömeroğlu’na da ayrıca teşekkür ederim. Çalışmanın Türkistan Cedit edebiyatı ve sosyolojisiyle ilgilenenlere faydalı olacağı ümit edilmektedir.
ÇOLPAN’IN “KEÇE VE KÜNDÜZ” ROMANI HAKKINDA 3
Prof. Dr. Naim KERİMOV
… Gece henüz kapkara eteklerini toplamadan gökte tan yıldızı parladı. Birçok insan bu yıldıza Çolpan adını verdiler. Yıldızın altın kirpikleri, dört bir yana sihirli nurlarını saçarken, yavaş yavaş gecenin buz tabakaları eriyip tan aydınlanmaya başladı. Çolpan sanki “Uygan, balam!” türküsünü söyleyerek bu sonsuz âlemi uyandırmaktaydı.
İhtimal Fıtrat, Abdülhamid Süleymanoğlu için mahlas seçerken, işte bu sabah manzarasını ve ondan aldığı bir âlem sevincini “Çolpan” sözüyle ifade etmek istemiştir. İhtimal, o genç şairin gelecekte kendi eserleriyle uyuyan halkını tan yıldızı gibi uyandırmasını ve 20. asır Özbek kültürü semasında Çolpan gibi parlak bir yıldız olup nur saçmasını arzu etmiştir. Fıtrat işte böyle masum arzu ve niyetlerle Abdülhamid’e “nurlu” bir mahlası hediye etmiş, Çolpan da bütün ömrü boyunca üstadının işte bu yüksek güvenini haklı çıkarmaya gayret etmiştir.
Çolpan’ı bugün Özbek halkı çok iyi biliyor. O sadece kendi yurdunda değil, hatta bütün Türk Dünyasında da geniş bir şöhretin sahibidir. Bunun için de onun 1897 yılında Andican’da, bezzaz Süleyman ailesinde dünyaya geldiğini belirtmek şart değil. Onun baba ve dedesinin Oş vilayetine bağlı Yarköy’de yaşadığını da, babasının “Resvâ” mahlası ile ara sıra hicvî gazeller yazdığını da, kendisinin ilk malumatını medresede aldığını da herkes biliyor. Onun o medresede tahsil gördüğü yıllarda Türkiye’den gelen ve Türk halklarını birleştirme ülküsünü yaymak için Doğu Türkistan’a gitmekte olan bir delikanlı ile tanıştığını ve bu delikanlının tesiri altında edebî ve siyasi faaliyete merak sardığını da belirtmeye gerek yok. Çolpan’ın hayatının bu sayfasını bilen okuyucu, onun gelecekte müderris olmak düşüncesine ilgisiz kaldığını ve gönlüne düşen Ceditçilik kıvılcımının alevlenmeye başlamasıyla birlikte 1913-1914 yıllarında Taşkent’e büyük niyetlerle geldiğinden de haberdardır elbette. Sanat hayatına bu şehirde ve bu yıllarda başladığı da hiç kimse için bir sır değildir.
Fakat burada, ihtimal bazı edebiyat dostlarının dikkatini çekmeyen bir nokta var. O da şudur:
Çolpan eline henüz kalem aldığı sırada Türkiye’deki tahsil yıllarından sonra kendi vatanına dönen Fıtrat, yeni Türk edebiyatı ve onun önemli temsilcilerinin tesiri altında yeni sosyal mefkûreler ile yoğrulan ve geleneksel Özbek şiirine yeni nefes getiren eserleri ile Çolpan gibi gençlerin dünyaya bakışında çok önemli değişiklikler meydana getirmişti. Bu tesir, yukarıda sözü edilen Türk delikanlısından sonra Fıtrat’ın eserlerini tanıyan Çolpan’ın yani bu genç yazarın basiret gözlerini açtı.
Çolpan daha sonra Moskova’da, V.Yan ile sohbet sırasında kendi hayatının işte bu yıllarını hatırlayarak şöyle demişti: “O sırada biz, yani genç Özbek yazarlarının hepsi Fıtrat’ın tesiri altındaydık. O, Özbek şiirinin ıslahatçısı olarak eski Arapça ve Farsça şekil ve şablonlardan kurtulup, canlı ve hakiki halk dilinde yazmaya başlamıştı.”
Aslında Fıtrat’ın tesiri, yukarıda belirtildiğinden çok daha derin ve büyük olmuştur. Özbek Ceditçilik hareketinin malum manada nizamnamesi olan “Münâzara” ve “Seyyah-ı Hindî” adlı eserleri ile Fıtrat, Çolpan gibi gençlerin idrakini dalgalandırdı. Bu zamana kadar halk ve cemiyet hayatından çok uzak sahillerde yüzmekte olan edebiyat, Fıtrat sayesinde “mukaddes sahiller”e doğru yakınlaşmaya başladı. Bu durum halk ve cemiyet hayatının gerçek meselelerine yakınlaşmayı ve edebiyatın dil ve şeklinin de mutlaka yenilenmesini gerektirdi.
Fıtrat’ın başlattığı işte bu cereyan, genç sanatkârları kendi “girdab”ına çekerken, cemiyet hayatını değiştirmek gerektiğini düşünen Çolpan da “Kurban-ı Cehalet” ve “Dohtur Muhammedyar” gibi hikâyelerini yazdı. Çolpan, bu hikâyelerin birincisinde 1910’lu yıllarda Özbekistan’daki millî cehaleti arşa ulaşmış olarak göstermiş, ikincisinde ise Özbekistan’daki millî uyanış kıvılcımlarını Fıtrat’tan sonra ikinci olarak edebiyatımıza kazandırmıştır.
Henüz okuduğunuz “Gece ve Gündüz” romanında halkın gaflet uykusundaki hâli Rezzak Sofi, Kurbanbibi ve elbette Zebi karakterleri vasıtasıyla parlak bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu, Özbek Ceditçilerinin harekete geçmeye başladıkları devirdeki bir manzaradır. Ceditçiler işte bu nahoş manzarayı değiştirmeyi, Zebi faciasının bir daha yaşanmaması için Rezzak Sofi’lerin gözünü tırmalayarak da olsa açmayı kendilerine vazife saydılar. Bu suretle Cedit mektepleri ortaya çıktı. Aynı şekilde Cedit gazeteciliği, Cedit edebiyatı ve Cedit tiyatrosu meydana geldi. Böylece birbirinden farklı yollarla insanların zihni değiştirilmeye ve halkın basiret gözü açılmaya çalışıldı. İşte böyle kutlu ve hayırlı işlere hiç şüphesiz Çolpan da faal olarak iştirak etti. O, kendisinin vatan ve millete bağışlanan nurlu kabiliyeti ile Özbekistan’daki ve umumen Türk Dünyasındaki millî uyanış faaliyetine büyük katkıda bulundu.
Çolpan, yaradılışı itibariyle mülayim, alçak gönüllü, alicenap ve başkalarının derdi ile yaşamak isteyen bir insandı. Onun böyle güzel insani faziletleri şiirlerinde de, hikâyelerinde de kendisini parlak bir şekilde göstermektedir. Fakat Çolpan gibi kişilerin en mühim özelliği şu ki, onlar birer zerre olarak halkın içinde kaybolup gitmediler. Halkı, tarihin sonsuz ormanlarında şaşkın ve başıboş bir hâlde dolaşan halkı nereye ve hangi yolla götüreceklerini önceden hissedebildiler ve görebildiler. Eğer Çolpan’ın 1920’li yıllara kadar yazdığı hatta 1920’li yıllarda da onun kaleminden dökülen eserlere bir göz atacak olursak, yazarın bu eserlerdeki en belirgin maksadı, kendi halkını peşinden sürükleyerek varmak istediği menzil çok açık bir şekilde görülmektedir: Bu maksat, halkı müstemlekecilik zincirlerinden azat edip, onun ruhuna hürriyet fikrini bahşetmek, Millî Müstakillik ve Terakkiyat bayraklarının dalgalandığı menzillere doğru götürmektir.
Çolpan, her şeyden önce, şairdir. Onun “Gözel”, “Binefşe”, “Köngil”, “Emelniŋ Ölimi” gibi şiirlerindeki güzel insani duygu ve hayallerin tasviri, kendine has ve parlaktır. Fakat Çolpan müstemleke halkının bir şairiydi. Bunun için de onun sazından yayılan nağmeler, daha çok kafesteki bülbülün terennümünü hatırlatmaktadır. O daima kendi halkının ayaklarındaki zincirleri parçalamayı arzu etti. Ama bu zincirleri onun kendisinden başka hiç kimsenin parçalaması da mümkün değildi. Bunun için de “Buzılgen Ölkege”, “Halk”, “Vicdan Erki” gibi şiirleriyle, halktaki çok zamandan beri sönmüş bulunan mücadele duygusuna yeni hayat nefesini üflemek