Bir elinde süpürgesi, bir eli dizinde, yere eğilmiş vaziyette gözlerini kapı tarafına çevirdi. Babasının her zamanki şiddetli öksürme ve hırıltılarla, büyük kapının ağır zincirini şakırdatarak indirip, namaza çıkıp gitmesinin üzerinden henüz çok geçmemişti. Helali haramı çok da fark edemeyen bu adamın dua hâlinde oturma alışkanlığı, hatta herkesten sonraya kalıp, mescidin mumlarını üfleyip söndürerek çıkma âdetleri oluyordu.
Kapıdan telaşla girip gelen genç, kendi akranı olan bir kızcağızdı. Henüz doğru dürüst yetişkin bir insan hâline gelmemiş olan bu genç kızı yaşlı kadınların hayâ perencisine sarmışlar, perencinin uzun etekleri büyük bir düğüm gibi onun koltuğunu doldurmuştu…
Örtünmüş olan bu kız, iç kapıdan atlar atlamaz perencisini çıkarıp attı ve çocuksu ruhu ile ilerleyip Zebi’yi kucakladı. Birbirleriyle sevine sevine görüştüler. Yüzleri gülen, gönülleri açılan bu iki genç, birbirinin koltuğuna girerek eyvana vardılar ve Zebi’nin babasının her zaman oturduğu çardağın kenarına iliştiler.
Saltı(Saltanat), seher vakti böyle nefes nefese gelmesinin sebebini henüz söylememişti. Onlar görüşmeye başladıklarında önce genç kızların kendi aralarında geçen mahrem şeyleri konuşup, işlemekte oldukları çiçek desenleri ve doppıları hakkında birbirlerine kısa kısa malumat vermişlerdi. Saltı artık sadede geldi:
– Böyle erkenden seher vakti koşup gelmem boşuna değil…
– Ben de fark ediyorum. Yüreğim yerinden oynadı.
– Niye, arkadaşım?
– Sizin de bildiğiniz görücüler belası işte… Kış boyunca arkası kesilmedi.
– Ben de usandım, canım sıkılıyor. Bunun için bir köye gidip gelsem mi, diyordum.
– Ne diyorsunuz? Arıktaki su da buzun altından çıktı.
Zebi’nin yüzünü, bu sırada, bütün kış içinde biriken yorgunluğun eseri kaplamıştı. Yüzü, bilhassa endişeli bakan gözleri, buğulanan bir aynanın yüzüne benziyordu. Aksine Saltı’nın yüzü ise parlayan bir yıldız gibiydi. Neşeli, sevinçli ve her türlü endişeden uzaktı. Gönlünün derinliklerinden gelen sevinç dalgalarını aksettiriyordu. Bunun için o Zebi’nin son sözlerindeki ağır ümitsizliği hissetmedi. Onun gözleri Zebi’de olsa da, aklı başka taraflardaydı.
– Anahan’ı biliyor musunuz? Yayılma sayda arkadaşım yok mu?
Zebi başını kaldırıp, arkadaşına baktı. Bu bakış, onun nedense Anahan’ı hatırlayamadığını gösteriyordu. Sonra Saltı tarif etti:
– Geçen güz bizim eve misafir olarak gelmişlerdi ya, ninesi ile beraber! O zaman size kaç defa adam gönderip çağırttım, gelmediniz, babanız cevap vermedi.
Zebi başını salladı:
– Evet, evet. Bildim, bildim. Kendisini gördüğüm yok ki, sadece duyuyorum.
– İşte o kız, o zaman geldiğinde beni davet etmişti. Baharda bir gidip geleyim, diyordum. Yakında yine davet etti. Ona akranlarımla bir gidip gelmek istiyorum. Sizi de alıp gideceğim.
– Ne zaman?
Zebi’nin bu kısa sorusundan Saltı çok şeyi anladı. Bu soru, Zebi’nin çaresi olsa bugün perencisini eline alıp (hem de örtünmeden!), buradan uzaklaşmak için uçmak istediğini gösteriyordu. Bunun için Saltı:
– Ben sizi alıp götürmek için geldim, kurban olayım! dedi.
Ve iki genç kız, sonsuz sevinçler içinde yine birbirlerine sarılıp kucaklaştılar.
Annelerin gönlü her zaman yumuşak olur. Zebi’nin annesi Kurbanbibi de, Saltı’dan biraz önceki daveti duyunca derhâl razılık verdi:
– Peki, gülüp eğlenip, gelin. Kış boyunca içinizi sıkıntı bastı, bunaldınız, dedi.
Zebi annesinin vereceği cevabı önceden biliyordu. Bu anne, kızının saadetinden başka şeyi düşünmeyen annelerdendi. Dünyada ne kadar iyilik ve güzellik olursa, hepsini şu biricik kızı için ister ve arzu ederdi. Fakat…
Annenin razılığını bildirdiği sözlerine bu “fakat” sözünü ilave ettiği için biçare kızlar sevinç dalgalarını bir defa daha aşikâr etmeye fırsat bulamadılar.
Herkes sessiz kaldı. Herkes kendi önünde bir şeye gözünü dikmiş ve o şeyde Zebi kendi babasını, Kurbanbibi kendi kocasını, Saltı ise suratı daima asık olan soğuk yüzlü bir sofiyi görüyordu.
Bu bulutlu havayı dağıtmak, sadece annenin vazifesi idi:
– Babası sabah namazından gelsin, dedi Saltı’ya bakarak, ben kendim münasip bir dille söylerim, hayır demez, sonra Zebi’ye döndü: Sen kızım, odaya yer hazırla, arkadaşını al, sofra ser. Biz, babanla birlikte çayı çardakta içip, az önceki meseleyi konuşuruz.
İki kız da ağızlarını açmadan sessiz kaldılar. Çünkü Rezzak Sofi’nin mizacını ikisi de iyi biliyorlardı. Sofi’ye en makul bir mesele olsa da anlatıp rızasını almak için ya kendisinin piri veya büyük bir zenginliğe sahip olmak gerekiyordu. O adam kendi dengi olanlardan hiçbirinin hiçbir zaman hiçbir sözünü dinlemiş değildi. Kadınlardan tavsiye, bilhassa kendi hanımından bir teklif işitmek için Rezzak Sofi’nin yeni baştan dünyaya gelmesi gerekiyordu…
Bu sebeple Zebi gözleri endişe ile kocaman açılmış hâlde ve hiçbir şey söylemeden ortalığı toplamaya başladı.
O ortalığı toplayıp, kahvaltı yerlerini hazırladıktan sonra ocak başında çaydanlıklara çay koyarken:
– Babamdan haber yok mu? diye sordu annesinden. Kurbanbibi, bir sokak kapısına, bir yan taraftaki ağaçların arasından yükselmekte olan güneşe, bir de ocak başındaki kızına baktıktan sonra:
– Bilmiyorum, namaz uzadı mı acaba? Sen çayı biraz bırakıp, yarım kalan yerleri süpüredur, şimdi gelir, dedi.
Zebi bu sırada yine eline süpürgeyi almak istememesine rağmen arkadaşının “bu kız annesinin sözünü dinlemiyormuş” şeklinde bir düşünceye kapılabileceğini düşünerek, hiçbir şey söylemeden süpürgeyi eline aldı ve bir elini bir dizine dayayarak, meydanı süpürmeye başladı. Zebi’nin çayı demleyip gelmesini bekleyip, odada, sofra başında oturan Saltı, iki kanadı açık duran kapıdan bu durumu gördükten sonra yerinden kalkıp, arkadaşının yanına çıktı. Zebi onu özür dileyerek karşıladı:
– Arkadaşım, babam duada oturup kalmış olmalı, böyle bir âdeti var. Yoksa şimdiye kadar gelmesi gerekirdi. Canın mı sıkıldı? dedi.
Bu son kısa cümlenin söylenişindeki samimiyet, sadece birbiri ile yakın arkadaş olan genç kızlarda olur. “Canın mı sıkıldı?” dediği sırada Zebi’nin yüzünü görmek gerekiyordu, bir elinde süpürge, bir eli dizinde, süpürge de yerden alınmış değil fakat başı yukarı kalkmış ve bütün varlığı Saltı’nın ihtiyarında! Gönül, arzu, sevgi, sevinç… Bunların hepsi Saltı’ya doğru uçuyor, ona doğru atılıyor, onu sarıp sarmalayıp, kucaklıyordu! Zebi’nin yüzündeki ay gibi parlak, güneş gibi aydınlık bu durum, maddî hakikatler kadar açık görünüyordu.
Arkadaşının bu samimiyetini Saltı da sadece gözü ile görmüyor, gönlü ile de hissediyordu. Bunun için o Zebi’nin sözüne karşılık vermek yerine, birden süpürgeye yapıştı. Kendi kendine süpürgeyi alıp biraz süpürürse, onun az önceki bu samimiyetine uygun bir karşılık vermiş olacağını düşündü. Zebi elindeki süpürgeyi verdi, lakin arkadaşı süpürmeye başladıktan sonra:
– Vay, bu da nesi!