kapının o şekilde açılmasına kim sevinir? Bundan kim hoşnut kalır? Hürriyetin lezzetini kim fark eder? Bu kadar aksi bir adamı bu kadar ustalıkla yola getiren annenin hak ettiği hürmeti kim yerine getirir? Onu kim kucaklar, kim öper?
İki kızın odadan çıkarak beraberce Kurbanbibi’nin boynuna sarılışları, işte o nimetin bir şükranesi idi. Kızlar kendilerinin sonsuz sevinçlerini aşikâr etmekle beraber, anneye olan minnettarlıklarını da samimi olarak göstermeye çalışıyorlardı. Onlar yaşlı kadına sarılıp, sevip okşayıp, onunla o kadar çok oynaştılar ki, kadın takati kesilip, sedire yuvarlandı. Bunlar sevinç çığlıkları atıp, cilveleşip yaşlı kadınla oynarlarken, o da yorulup nefes nefese kalarak:
– Yeter, şımarıklar yeter, diyorum, yeter artık… Durmayın, gidin!.. diye söyleniyordu.
Yaşlı kadın yalvardıkça bunlar daha da şımarıyor, biri bırakıp, diğeri:
– Demek öyle ha!.. Vay, tövbe de! Halfe işanın kızı çağırtmış öyle mi? Vay, tövbe de deyip onu gıdıklıyorlardı.
Nihayet, kendileri de bayılacak derecede yorulup, yaşlı kadından ellerini çektiler ve “oh!” deyip ikisi iki tarafa oturdular.
Bunlar paldır küldür kapıyı açıp, aceleyle sokağa çıktıkları zaman, çırçır fabrikasının ince sesli çıngırağı saatin on iki olduğunu haber veriyordu.
II
Saltı’ların evinde akşama kadar yol hazırlığı yapıp, biraz patır13 ile samsa14 hazırlayıp, sokak kapısının sol tarafındaki büyük kütükten arabaya atladıkları sırada gün batıyordu. Araba şehirden çıkıp, bozkır yoluna girdiğinde, gecenin kara perdesi yeryüzünü kaplamıştı. Kar altından ortaya çıkan toprak, baharın serin havası ve ferahlık veren esintisi altında âdeta uyukluyordu. Ay henüz çıkmamıştı. Fakat gece karanlığının aksine sayısız yıldız gökyüzünde sıralanıp meşalelerini yakmışlar, tam karşıda görünen en parlak yıldız, soğan doğrayan bir gelin kızın gözleri gibi pır pır ederek yanıyordu.
Kızlar sessizdiler. Arabacı canı sıkıldığı için yavaştan bir türkü söylemeye başladı. Alçak sesle söylenen türkü iyi duyulmayınca Saltı sesini yükseltti:
– Ölmescan, var mısınız? Doğru dürüst söyleseniz ya! Saltı’nın başka bir arkadaşı olan Kumrı da onun sözünü destekledi:
– Evet, doğru, böyle güzel sesiniz varmış, coşkun bir sesle söylemez misiniz? Geniş bozkırda ne kadar uzatırsanız, o kadar titreyerek gider.
Arabacı genç delikanlı güldü. Karanlıkta yavaşça arkasına döndü. Arka sıradaki kızlar peçeyi açarak oturdukları için onların yüzlerini biraz görebilirdi. Gülümseyerek durup, kızlara biraz bakınca:
– Aranızda sesi güzel türkücünüz olduğu hâlde bana takılmanız ilginç! dedi. Biz, “su olmazsa teyemmüm”le idare eden türkücülerdeniz.
Kızların hepsi Zebi’ye baktılar. Herkesten onu destekleyen türlü sesler yükseldi:
– Evet, doğru!
– Gerçekten, hiçbir şey söylemeden oturan arkadaşımıza bakın hele!
– Türkücü aramızda ya.
Zebi sesini çıkarmadan oturuyordu. Onun böyle durması da böyle bir tekliften korktuğu içindi. Elbette genç kızın gönlündeki eğlenmek, gülmek ve hoşça vakit geçirmek arzusu başka her şeyden daha güçlü idi. Lakin Zebi öyle bir babanın kızı idi ki, onun yüzünden bütün arzularını kontrol altında tutmak, gönlünün bütün heves ve dileklerini uyandığı anda boğup atmak daha doğru olurdu. Zebi böyle davranmaya alışmıştı. Bunun için de delikanlının ağzından kendi ismini duyunca, bütün vücudu heyecanla titredi. Sonra kızlar tarafından söylenen sözler, onu sıkıntıya soktu. Ne diyeceğini bilmiyordu. Düşünerek cevap vermek için gönlünün sıkıntıya düşmemesi gerekir. Hâlbuki gönül huzursuz ve bu sebepten dolayı da sıkıntıda…
Arabacı ön taraftan konuşmasına devam ederek:
– Hay yaşa, demekki varmışsınız! Ortaya alın türkücüyü! dedikten sonra Zebi’nin dili çözüldü:
– Konuşarak gidelim. Böyle karanlıkta!..
– Cin mi çarpar? dedi birisi.
– İyi değil, böyle zifirî karanlıkta… Konuşarak gidelim. Şirin şirin sözlerden.
Arabacı onun sözünü böldü:
– Şirin şirin söz yerine şirin şirin türkü olsun, abla. Tarifinizi işitip, ciğerlerimiz parça parça kan oldu…
Saltı şaka yollu takıldı:
– Vay, tövbe! Parça parça kan mı oldu? Sana zulüm olmuş.
Arabacı da bu sözün altında kalmadı:
– Kan olan yürekleri bir nefeste açmak sizlerin elinizde, ablalar! Biz de dünyaya gelip bir ferahlayalım!
Yine hiçbir şey söylemeden oturan Zebi’ye bu defa Saltı yalvarmaya başladı:
– Arkadaşım, bir şey deseniz ya! Herkes hep beraber seni bekliyor.
Zebi akadaşını ikaz etti:
– Sizin söyleyeceğiniz söz bu mu? Babamın söylediklerini kendi kulağınızla duymuştunuz! Ya kulağına gidecek olursa, ne olur? Bunu bile bile…
Saltı arkadaşını durdurdu:
– Biliyorum arkadaşım, biliyorum! Babanızın sözlerini bir değil, iki kulağımla duydum. İnsanlar içinde, kalabalık arasında seni buna zorlayacak olursam, bana kırılabilirsin. Fakat burası, gece kimsenin bulunmadığı tenha bir bozkır olsa bile yine biraz söylemez misiniz?
– Namahreme duyurarak mı?
Zebi bu sözü samimi olarak ve tehdit edercesine söylemiş olmasına rağmen kızların hepsi birden gülüştüler. Yine bir takım sesler yükseldi.
– Bu da namahrem sayılır mı?
– Bu Ölmescan da mı?
– Namahremin canı çıksın.
Zebi gerçekten rencide olmuştu. Ağlamaklı bir sesle Saltı’ya:
– Böyle yapacağınızı bilseydim, gelmezdim, dedi. Kızlar işin bu hâle gelmesine şaşırarak seslerini kestiler. Arabacı:
– Tövbe! Tövbe! diye kendi kendine söylenip, atı sert bir şekilde beş altı defa kamçıladı.
At adımlarını hızlandııp, arabayı güldür güldür yürütmeye başladı. Herkes sessizliğe gömüldü. Sadece Saltı ile Zebi ikisi aralarında fısıldaşarak konuşuyorlardı. Bu fısıldaşma neticesinde, Saltı arkadaşını sakinleştirmeye muvaffak olmuş, bunun üstüne yine kızlar “yar yar15” söylemeye başlayınca, onun da iştirak edeceğine dair söz almıştı. Bir defa başlayınca ondan sonra kendisi gelir, diye düşünüyordu Saltı.
Birden kızlardan tarafa döndü:
– Haydi, kızlar, kendimiz “yar yar” söylemeye başlıyoruz!
– Evet, haydi! dedi arabacı.
Kızlardan cevap beklemeden Saltı kendisi başladı. “Uzun uzun argamçı ya…
Kızlar da iştirak ettiler:
…Helinçekke,
Çeken köynek yaraşar Kelinçekke.
Çeken