babandan kaldığı için benim mi demek istiyorsun? Öyle diyorsan, pasaport alıp, Rus’un trenine binip, “haydi!” deyip Mekketullaha gider, orada kalırım! Avlun da başına yıkılsın, fitne!
Bu sefer Kurbanbibi yalvarıp yakararak zorla sakinleştirdi.
Hakikaten Sofi’de hacca gitmek niyeti güçlüydü. Bunu her yıl tekrarlıyordu. Bir iki defa pasaport da aldı. Fakat nedense ayağını şehrinin toprağından kesemedi.
Bu konuda da “vatanı sevmek imandan” deyip, “vatanı”ndan vaz geçemiyor mu? Her neyse, elbette bunun da bir sırrı vardı.
Onun belli bir mesleği, bir marifeti yoktu. Ne ticaretle meşgul oluyor, ne çiftçiliğe heves ediyor, ne esnaflığın ucundan tutuyordu. Bununla birlikte, sofrası ekmeksiz, kazanı yemeksiz kalmıyordu…
Bir yıl uzak bir köyden üvey ağabeyi gelip, üç dört gün kalıp gitmişti. O da kendisi gibi mümin bir yaşlı olduğu için çok iyi görüştüler. Her gün hanekâha beraber gidiyorlardı.
– Sofi, ömrünüzü bir mesleğin ucundan tutmadan mı geçiriyorsunuz? dedi ona ağabeyi hanekâha giderken.
– E e, dedi Sofi uzatıp ve kendi hâlinden memnun bir tebessümle gülümsedi: Benim devletim hiç kimsede yok, ağabey! İşan dede Tanrı’mın sevgili kulu, her türlü nimet ona dört taraftan su gibi akıyor. Nehir kenarında susuz mu kalacağız? Siz de tuhafsınız!
Bu gülümseme ile yine biraz gittikten sonra, bu sefer ciddi olarak konuşmasına devam etti:
– Ailemiz de maharetli usta bir terzi, Tanrı’ya şükür. Kızımız da doppı dikmekte “usta” oldu! Ailenin eksiğini gediğini kendileri halledip bitiriyorlar. Ben huzurla tesbihimi çekip yatsam da olur!
Sofi’nin o ağabeyi geçen sonbaharda yine geldi.
Ama bu sefer ciddi bir meseleyi görüşmek için gelmişti. Bir iki gün misafir kaldıktan sonra meseleyi açtı:
– Sofi, kendiniz “vatan”, “vatan” diyorsunuz ve vatanınızı bilmiyorsunuz.
Sofi bu “bilmiyorsunuz” sözüne öfkelendi:
– Niye bilmiyormuşum, ağabey? Siz de sözünüzü bilerek konuşursanız iyi olur!
– Hemen öfkelenmeyin, bilerek konuşuyorum. Vatanınız, ana babanızın yaşadığı, kendi doğduğunuz, ana baba ruhu için mum yakılan yer değil mi?
Sofi sessiz kaldı. Hatta gözlerinden yaş süzülür gibi oldu.
– Niye bir şey demiyorsunuz? diye sordu ağabeyi.
– Doğru söze ne diyebilirim? İlginçsiniz…
– Öyleyse vatanınız, o bizim köyümüz.
– Evet, o köy…
İkisi de bir an sessiz kaldılar. Sofi misvağını kınından çıkarıp yine yavaşça yerine koydu. Yaşlı adam dizine düşen hazan yaprağını sapından tutup hızla döndürürken, cevap verdi:
– Ben sizi alıp o köye götüreyim, diyerek geldim. Siz, benimle bir avuç toprak için kavga etmiştiniz. Yine bu konu hakkında ileri geri konuşmuş ve bu yüzden de gelip şehre yerleşmiştiniz…
Sofi derin nefes aldığı için sesi titreyerek, cevap verdi:
– Eski defterleri karıştırarak ne yapmak istiyorsunuz?
Olan oldu, geçti. Yeri de batsın, mirası da…
– Hayır, Sofi! Öyle söylemeyin!
Ağabeyinin bu sözü keskin bir sesle ve emir tarzında söylenmişti. Sofi başını kaldırıp, ağabeyinin yüzüne baktı, ağabeyi devam etti:
– Topraktan aziz hiçbir şey yok! Babamız rahmetli, dedelerimiz, onlardan öncekiler, hepsi rızıklarını o bir avuç topraktan çıkardılar… Doğru mu?
Sofi belli belirsiz bir sesle:
– Doğru… dedi.
– Siz niye o topraktan kaçıyorsunuz?
Sofi, bu doğru soruya verecek bir cevap bulamadı.
– Toprak hani bana? dedi. Bir avuç toprağınız var, kendinize yetmiyor…
Ağabeyi cesaretle cevap verdi. Cevaba başlarken, onun yüzü gülmüş, dişleri dökülmüş olan ağzı sevinçle açılmıştı:
– Nehrin öbür tarafındaki tepeliği yavaş yavaş işleyip ekilebilir hâle getirdim. Yine bir avuç sulu yer daha oldu. Şimdi, adamdan ve sermayeden yana sıkıntı çekiyorum…
– Ne yapayım? dedi Sofi, sesi çok yavaştı. Elimden ne gelir?
Ağabeyi bu sefer ciddileşti:
– Şehri bırakın!
Sofi ağabeyinin sözünü bölerek, bir şey söylemek istemişti fakat o bırakmadı:
– Siz acele etmeyin! Söyleyeceğim sözü dinleyin! Sofi sessiz kaldı. Sonra ağabeyi devam etti:
– Şehri bırakın! Bu avluyu satın! Şehirde avlu ve bağı iyi bir paraya alıyorlar. Bunun yarı parasına veya üçte birine köyden küçük bir avlu alırız. Geri kalanıyla da malzeme alırız. Kendi yerimizin yakınından bir parça daha yer buluruz. Onu da alırız. Henüz güçlü kuvvetlisiniz, birleşip işleriz. Doğru mu?
Sofi bir şey söylemedi. Beyaz doppısını başından almış, büküp oynuyordu…
– Haydi, bir şey söyleyin!
Sofi hiçbir şey söylemeden yerinden kalktı. Yine hiç sesini çıkarmadan içeriye doğru bir iki adım attı. Sonra yine arkasına dönüp, cevap verdi:
– Ben sarığımı, tonumu9 giyip çıkayım. Cumayı hanekâhta kılarız. Geç kaldık…
Ağabeyi hanekâha giderken, yine bu meseleyi açtı:
– Peki, deyin. Köye gidelim! Ölüm, hak! Ölüm geldiği sırada birbirimizden uzak düşüp, birbirimize hasret olarak ölmeyelim…
Sofi bir ulakçı tayı10 gösterdi:
– Bu hayvancağız, çok iyi bir at olur mu? Vay vay vay! Sessizlik çöktü. Sonra yine söze başlandı:
– Ne dediniz? Konuşun! Kocakarı da çok istekli…
– İşte o, mabeynci Ömerali’nin hamamı. Yüz yetmiş yıl önce yapılmış hâlâ bir tuğlası bile düşmemiş. İçine girsen, çın çın yankılanıyor.
Ağabeyi kendi fikrini dinletip kabul ettiremeyince, Kurbanbibi ile görüşüp, meseleyi İşan dedeye arz etti.
İşan önce:
– Sofi kendisi nerede? diye sordu. Sofi’nin ağabeyi:
– Evde kaldı. Biraz dişi ağrıyor, dedi. İşan güldü:
– Dişi mi ağrıyor? dedi. Vay vay! Diş ağrısı yaman bir şey. Gidin anlatın, zahire pazarının köşesindeki berbere gitsin, kerpetenle hemen tutup çeker. Sakinleşir. Gidin, âmin, Allahü Ekber!
Böylece Sofi’nin ağabeyi ümitsiz bir hâlde köyüne döndü. O atına binip, vedalaşıp iyi dileklerde bulunurken Sofi içeride “Hikmet” okuyordu. Kurbanbibi peçesini yüzüne tutarak dış avlu kapısının önüne kadar çıktı. Elbisesinin uzun yeni ile gözyaşlarını silip, köyden gelen misafirini yolcu etti. Kurbanbibi’nin yanında durup, yankılı sesiyle: “Güle güle gidin şimdi! Adalethan ablamlar gelsinler. Küçük hediyeyi, elbette alıp gelin”, diye konuşan Zebi, misafir gözden kaybolunca, annesine sordu:
– Babam niye yolcu etmeye çıkmadı?