boyu biriken gönül dertleri böyle biraz da eğlenerek daha uzun süre devam edecekti. Zaten onların kendilerini unutacak derecede birbirleri ile bu şekilde oynaşmaları, o gam, keder yayının boşalması, sıkıntı selinin önündeki seti yıkıp, ileri doğru atılıp akması değil miydi? Böyle deliler gibi köpürüp taşmaları durdurmak için de elbette böyle deliler gibi haykırışlar ve yıldırım kadar kuvvetli darbeler gerekiyordu.
Rezzak Sofi’de öyle bir kuvvet fazlasıyla vardı. Bu adam, Ceditçi görünümlü bir hemşehrisinin dediği gibi, “görülmek üzere sergilenen antika mahlûklardan biriydi”. Anlattıklarına göre, onu ana karnından sağ salim doğurtan ve ilk defa kundaklayan yaşlı kadın, şakacılığı ve eğlence merakı ile kadınlar arasında meşhur olan Hemrâ anaymış. Balayı, kundakladıktan sonra henüz o kadar insan sıfatına benzemeyen yüzüne bakmış ve işte şu sözlerle sevmiş:
– Kurban olayım, misafir, kimden rencide olarak doğdunuz? Kim üzdü sizi? Anlatın! Gözünüzü açın artık! Aydınlık bir dünyaya geldiniz! Şükredin! Sevinin! Şöyle bir gülün! Gülümseyin! Tebessüm edin!
O sırada gülmeyen Rezzak Sofi ondan sonra da gülmedi. Gülme ile ağlama arasında büyük fark var. Gülme ile hiç gülmeksizin devamlı ciddi tavır sergileme arasında da birçok mesafe var. Bunun için Rezzak Sofi’nin gülmelerine gülme denilemezdi.
Gülmemenin imkânsız olduğu yerlerde o da gülüyordu fakat o gülüş, hasta bir adamın gülmesi gibi ağır, birtür soğuk şakalar gibi hüzün vericiydi, yalan ve samimiyetsiz gibi gönül kırıcı oluyordu. Bir gün Zebi’nin çok ciddi bir çehre ile:
– Babam gülmezmiş! dediğini duyunca, Kurbanbibi rahatsız olmuştu. Bu hakikati söylediği için kızından açıkça rahatsız olan Kurbanbibi, bu hakikati kendisi de içinden kaç defa tekrarlamıştı? Dil ile birinin kusurunu söylemek kolay fakat kendi diliyle kendi kusurunu söyleyenler ise çok az. Kurbanbibi her ne kadar söz söylemede marifetli bir kadın olsa da, onu bu azlar arasına dâhil etmek doğru olmaz.
Kurbanbibi söz söylemede ne kadar marifetli ise, Rezzak Sofi de o kadar suskun ve sesi çıkmayan, derdini içine atan, kıskanç bir adamdı. Dış dünyada yani kendi avlusundan dışarıda onun daimî ve yegâne vazifesi, kendisinden büyük ve güçlüler konuşurken “evet, evet” demek, kendisinden aşağı ve güçsüzler konuşurken “hayır, hayır”, manasında başını sallamak oluyordu. Evinde onun ağzından insanlar arasında kabul gören güzel, manalı ve “fikir” sayılabilecek bir söz çıkmazdı. Genel olarak, Sofi’nin bu hususta kendine göre esaslı bir düşüncesi vardı: O kendisi övünerek söylediği gibi, kadınların yanında ağzını açıp konuşmayı kendisine reva görmüyordu. “Bu dil, diyordu Sofi, daima Tanrı’nın zikri ile meşgul olmalı. Bu ağız, her zaman Tanrı’nın zikrine açılır. Ağız ile dil, kulun bedeninde en aziz ve en mübarek organlardır. Onları kadın kısmı gibi aşağı derecede bir mahlûkun yanında konuşmak suretiyle aşağılamak olur mu? Aksi hâlde, Hak teâlânın kulları it ile de konuşsun! Hayır, kadın kısmına çok gerekli olan söz söylenir, o taife ile sadece zaruret sebebiyle konuşulur. Vesselam!”
Özbek’te nihayet her erkek kendi hanımını, kendi helalini, kızı veya oğlunun adı ile çağırır. Kendi hanımını ismini söyleyerek çağırmak olmaz. Hanımının ismi Meryem, kızının ismi Hatice olsa, mümin-Müslüman, hayâ sebebiyle hanımını “Hatice” diye çağırır. Birçok anne ve çocuk beraber “evet!” der. Bunun üzerine ailenin hakiki sahibi olan baba, “büyüğünü çağırıyorum, büyüğünü!” der. Hatta o zaman bile “Meryem’i”, demez.
Bizim Sofi, mümin-Müslümanın bu örfüne de riayet etmez, o kendi helali Kurbanbibi’yi her zaman “fitne” diye çağırır. Mesela “Fitne, sarığımı ver!”, “Fitne, kız geberesice haydi!”, “Fitne, parayı uzat!”
Kurbanbibi, Sofi’nin nazarında cehaletinden mi veya kendisinin yaratılış hamurunda bu şey var mı, her türlü fitnelikten yani hileden uzak değildir. Kocasının kadınların yanında konuşmamasından o kadar rahatsız olmasa da, lakin kendi helal hanımı yanında konuşmamasına çok üzülüyor ve bu üzüntü sebebiyle hile yoluyla Sofi’yi konuşturuyordu; bazen de dilini keskinleştirerek konuşuyordu. Bunun için Sofi’yi öfkelendirecek değil, onu biraz rahatsız edecek bir söz söylerdi. İşte o zaman kadın kısmı yanında ağız açıp konuşmayı Sofi’den görün! Vay vay vay!
– İşan7 dedem sizin yüzünüzden üzülüyorlarmış, dedi bir gün Kurbanbibi Sofi’ye.
Sofi’nin taş gibi katı ve eşya gibi hareketsiz olan yüzü birdenbire birbirinden farklı değişiklik ve hareketlere uğrayıp, allak bullak oldu:
– Ne dedin, fitne? Niye üzülüyorlarmış?
– Adadığı kâkülünü kestirmeye gelen bir balaya yaltaklık ediyorsunuz…
Bu kâfi! Artık bizim Sofi söz söylemede usta bir hatibe dönüşür.
– Aşk iki türlü olur, fitne. Anlamadan konuşma! Aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikî…
Kurbanbibi bu sözleri anlamadığı için kocasını konuşturur fakat kendisi de hemen bunalır. Bunun için o:
– Evet, öyle mi? Ben bilmiyorum. Ben ümmiyim, deyip hemen kaçmaya çalışır.
Hanımının dönüp gitmesinden sonra Sofi de konuşmaktan vaz geçer.
Böylece Sofi, yeri geldiğinde ve damarına basıldığında, mezarda olsa bile konuşur. Hem de nasıl konuşur!
Evinde bulunduğu sırada Rezzak Sofi ya arık boyundaki otları yolar ya avlu kapısının açık kalan zincirlerini yerine koyar veya avluda odun keser veya olmazsa iki eli arkasında, kâh içeri girip, kâh dışarıya çıkıp, kâh avluya geçip dudaklarını arı sokmuş adam gibi ağzını açmadan, hiçbir şey söylemeden dolaşırdı. Yaz mevsiminde, daha çok gündüzleri uyur, geceleri, şafak sökünceye kadar, kendisi yalnız, yüksek sesle “Allahu!” deyip, kendi ailesini ve konu komşuyu uyutmazdı. İşan dedenin olmadığı günlerde serin hanekâhda8 çok keyif alarak uyur, derler. Bazen de diğer müritler onu yorgan döşeği ile beraber havuza atarlarmış. Evde olursa, orayı hanekâh gibi serinletip, ondan sonra uzanıp yatar ve öğle namazından sonra uyumuş olursa, akşamüzeri Kurbanbibi’nin seslenmeleri üzerine zorla kalkardı. İkindi namazı, çoğu zaman uykuya kurban edilir, bu sebeple kendi hanımından çok sitem de işitirdi. Ama bu hususta dili kısılır, hiçbir şey diyemezdi…
Kış mevsiminde olursa, gece uyuyordu. “Zaten bir parça gün var, onu da uyuyarak geçirirsem, Kaşgar’dan da uzak kış gecesini nasıl geçiririm? Uyku, ömrü kısaltan bir şey!” diyordu. Bu büyük felsefe ancak layık ve münasip kişilere söylenir. Biçare aile üyeleri, genel olarak kadınlar, bu uyku felsefesini anlamaktan mahrumdur!
Şehirde olursa, kendi evinden başka yerde bir gece bile yatmıyordu. İşan dedenin bir ziyafetinden sabaha karşı evine gelip yatmıştı. Şehirden dışarıya çıktığı çok nadirdi.
Sadece İşan dede ile beraber (sadece onunla!) düğünlere, büyük ziyafetlere, kavun ve meyve eğlencelerine gidiyordu. O zaman elbette dört-beş gün evindeki yatağı, yorganı soğuyordu. Kurbanbibi’nin dediğine göre, yatağı, yorganı “dinleniyor”, Zebi’nin tarifine göre ise “rahatlıyordu”. Bir defasında bir düğün bir hafta uzayınca, altıncı gün bizim Sofi İşan’dan izin almadan kaçıp gelmiş! O zaman İşan dede bir süre Sofi’ye soğuk davranmıştı.
Bu münasebetle Kurbanbibi yine konuşup takıldı:
– Hazreti İşan ile beraber gidip, onun sayesinde o kadar izzet, ikram görüp,