Murtaza Şerhan

Kızıl Cebe


Скачать книгу

zaten bitmek üzere. Yaz evladım, Allah ne dileğin varsa versin. “Değerli Metrey! Hoşça kalın! Hüda seni korusun. Mektubu yazan, Şımır Şilmembet Jılkıaydaroğlu Rıskul, 1904 yılının Eylül ayı.

      – Adresi nerede? dedi Tatar tüccar. Ahat Rıskul’un verdiği yıpranmış kâğıdı dikkatle katını çözüp, tüccarın önüne koydu.

      – Petersburg şehri, sokak… diye Tatar yazının devamını okuyamadı. Tam da katlandığı yerden kesilmişti. Sokağın adı silinmişti. “Dimitriyev S.V.” adı bile çok zor okunuyordu. Tüccar Tatar kendini fazla yormak istemedi. Adresi eksik şekilde doldurup, mektubu Ahat’ın eline tutuşturdu.

      – Şu sokağın karşısında postane var. Oradan yollayabilirsiniz, dedi.

* * *

      Rıskul Almatı’nın cezaevine gireli üç ayı geçmişti. Sıradan kerpiçten yapılmış, ayrı bir koğuşta kalıyordu. Kim bilir, “yağmacı, at hırsızı, ‘vahşi Kırgız30’ kaçıp nereye gidebilecek” diye umursamadılar belki de? Taş duvarlı hücreler boş olmadığından mıdır nedir, Rıskul’u bir hayvan ahırı gibi yapılmış bir eve tıkmışlardı. Yalnızca bir penceresi vardı. O da demir parmaklıydı, kapısı çok sağlamdı.

      Ağustos çıkmış, Eylül başlamıştı; otların ana dalları sertleşmiş vaziyetteydi. Rıskul’u bir kez hava almaya çıkartıyorlardı. Günde iki kez de tuvalete götürüyorlardı. Cezaevi ve ağılın kuytusundaki tuvalet kulübesine kadar olan mesafe yaklaşık yüz metreydi. Tuvalete giden yolun kenarında duvarı çevreleyen kenevir otu yetişmişti. Zamanında tırpanlamayı kimsenin düşünemediği kenevir otu yonca da değil ki, odun olarak da işe yaramaz. Toz toplamış, çiçeği düşüp kuruyarak lanetli gibi duruyordu.

      Rıskul ensesine tüfeğini doğrultan nöbetçi askerle bir o yana, bir bu yana geçerken, neden olduğunu kendi de anlamadan o tarafa yöneldi. Hayatı boyunca dağ taş, bayırda tabiatla iç içe yaşadığından mıdır nedir, o kenevir otu onu kendine doğru çekiyordu. Başkalarının umurunda olmasa da, ona sıcak görünüyordu. Rıskul hiç yadsımıyordu. Belki de ona yamalı keçe evini hatırlatıyordu. Bir de kaçıp arasına saklansa bulamayacağın Aksu-Jabağılı’nın kara ormanını andırıyordu.

      Keşke, Aksu-Jabağılı’nın taşına bir ayak basabilse, kendine buzu yastık, karı döşek yapan dağ koyunlarıyla köydeş olurdu. Bunca rezaleti, kıssası, eziyeti, bütün dünyanın kötülük küllerini üzerine çeken belalı varlığını terk ederdi.

      Hayır, ondan önce Saymasay beyine gidip selam verirdi. Öyle yapmazsa hayatı boyunca ödenmez, hayır, iki cihanda da bağışlanmaz borcu boynuna geçirilen ip gibi onu boğacaktı. Sadece kendi çektiği eziyetten dolayı değil. Hem de hiç değil! Adalet dediğin lanet olası varlık kurdun dişlediği köpek gibi ses çıkartamadığı için. Suçu Saymasay gibiler yapar, cezasını Rıskul gibiler çeker.

      – Bu nasıl oldu, beyim! şeklinde yalnızca bir soru sorabilmek için.

      Cezaevine getirildiği geceden beri beynini kurcalayan soru buydu işte. Saymasay’a gidip selam vermek, bir soru sormak, artık onun geride kalan hayatının büyük amacına dönüştü. Çadırı yamalı evinde bıraktığı sevgili eşini o kadar özlemese de, on yaşında geride bıraktığı Turar’ına acımaktaydı, elbet. Onun için de değil belki. Alnından öperek, bir koklayıp, başını okşamak için. Sonrasında…

      Kenevire baktıkça bakası geldi. Arasında taş çekirgesinin ötüşü duyuluyordu.

      “Zavallı yaratık”, dedi Rıskul içinden. “Cezaevine seni kimse alıp getirmedi ki, neden gitmiyorsun Allah’ın bozkırına”.

      Taş çekirgeyi azarladıktan sonra gemini ısıran kaçak atlar gibi tozlanmış kenevire doğru yöneldi. Nöbetçi asker bu davranışından kuşkulanırcasına:

      – Önüne bak, düz yürü! diye havladı sanki.

      Rıskul basitçe yapılan tuvalet duvarını yıkıp, kaçmayı da aklından geçirmişti. Fakat tüfeğini bir an olsun ensesinden ayırmayan nöbetçi asker bu fırsat vermez, gözünü bile kırpmazdı.

      Bu duruma sinirlenen mahkum, nöbetçi askeri çıldırtmak için “padişahların yürüyerek gittiği” yerden çıkmaz, uzun uzun hacetini giderirdi. Asker ayağı yorulana dek çakılmış kazık gibi kımıldamadan beklerdi, sonunda takati tükenir, utanmayı bir kenara bırakarak, gıcırdayan kapının deliğinden bakar:

      – Geberdin mi? Yoksa çukura mı düştün? Çık, vaktin sona erdi! diye bağırırdı.

      – Ya, Allah’ım. Bu günümüze de şükürler olsun! diyerek, tutuklu nöbetçiyi daha da sinirlendirirdi. “Benden ziyade senin gibi zavallının yaşadığı hayat, insanoğluna verilmese de olur”, dedi nöbetçiye.

      Bir akşamüzeri küçük abdestten dönerken, kara kenevirin yanından geçtiği sırada, öncekilere benzer yoldan çıkar gibi oldu ve ayağını yana eğik bastı. Sağ ayağının ucu bir şeye değmiş gibiydi. Eğilip bakmadı, göz ucuyla bakınca sivri uçlu bir şeyin varlığını fark etti. Durmadı, sır vermeden yanından geçip gitti.

      Ertesi günü sabah tuvalete çıktığında, bir gece önce fark ettiği şeyi ayağının ucuyla yine yokladı. Yere saplanmış bir demirdi. Dönüş yolunda yine ayağıyla dokunarak geçti. Sivri uçlu demir yerinden biraz oynadı. Biraz eğilse eliyle kolay alınacak bir şeydi. Ama ne çare, eğilip alamazdı. Eğildiğinde nöbetçi kuşkulanırdı. Manda gibi iri yapılı pehlivan kılıklı gardiyan belki kendisini “bir vurup yerle yeksan edip kaçar” diye korkabilirdi. Dolayısıyla Rıskul’un her adımı kontrol altındaydı. “Yiğit tek ok atımlık” dedikleri bu olsa gerek. Yoksa yaprağı düşmüş çakşır31 gibi herifi nefes bile aldırmadan işini bitirir, kaçar giderdi. Ancak çakşır gibi kuru bitkiye benzese de, bu nöbetçinin silahı vardı, çaresizdi.

      Az önceki demiri gevşeterek geçmesi gönlünü rahatlatmıştı. Yaşadığı müddetçe, yarını için bir ümidi vardı. Mahkumun dayanağı ümittir. Ümidi kesildiği andan itibaren mahkumun işi bitmiş demektir. Fakat, Rıskul’un bütün ömrü iyiliği gelecekten beklemekle geçiyordu.

      Gece boyu bu sivri demiri aklından çıkaramadı. Toprağın yüzeyine çıkmış olması aletin kırık bir parça olduğunu akla getiriyordu. Yerinden oynadığına göre yanında yine bir parçası olmalıydı.

      “Onu koğuşa nasıl getirmeli?” sorusu başında çınladı durdu. Kenevirin tohumuna çekirgenin yerine Ağustos böceği çığırtkanlık yapıyordu. Cezaevinin demirli penceresinden açıkça duyuluyordu. Kafasında çınlayıp yankılanan ile böceğin çığırtkanlığı bir araya gelince tasalı bir şarkıyı rastgele meydana getirdi. Rıskul şaşa kaldı. Sürekli duyduğu ses Ağustos böceğinden değil de, sivri uçlu demirden geliyordu sanki. Demir parçası hapisteki mahkumun ahvalini anlamış gibi çaresiz kaderine acır gibi malum oldu.

      Böcek hiç susmadı. “Kırık demir parçasını sanki hiç unutma” uyarısı gibi duyuluyordu. Aralıksız duyduğu sese Rıskul da eşlik etti:

      “Dünya eğri yoldur kıvrılan,

      Bahtı kapandığında ere devlet 32 olmayan,

      Gününe doksan dokuz türlü bela bulsan,

      Hiçbir zaman umut kesme Allah’tan…”

      diye mırıldandı.

* * *

      Sabaha