Murtaza Şerhan

Kızıl Cebe


Скачать книгу

gibi yavaş yavaş batıyordu. Manda gibi dev Makaş bağlı yatan adama doğru gözüne bakarak gelip tekme attı. “Yeter artık, dokunma!”, diye bağırdı bolıs. “İnşaallah bu iti bu halde cezaevine yollayacağız. Öncelikle şu atı yere yatırın. Hemen boğazlayıp, derisini yakın, etini ise bu Şilmembet’in evinin arkasındaki ovaya götürüp gizleyin. Ya Besağaştaki evi ne olacak? Ondan sonrasını kendim hallederim. Haydi hızlanın”. Kızıl Cebe’yi bacaklarından halat geçirerek, dört kişi bir anda çekip yere yıktı, asil hayvan gökyüzü ay ile birlikte yere çakılmış gibi sert bir ses çıkardı.

      Ne kadar serseri de olsa, eskiden beri kölelik de yapsa Makaş’ın içinde bir tutam merhamet ateşi kıvılcım aldı, Kızıl Cebe’yi boğazlamaya kalkınca elleri titreyerek:

      – Eyvah, hakikaten kıyacak mıyız? diye etrafına bakındı.

      Nerden çıktı bilinmez, bolısın Kaldıbek adındaki oğlu, bodur çalıların arasından çıkageldi, şaşkın şaşkın naif gülüşüyle:

      – Eyvah, Kızıl Cebe’yi kesecekler diye alkışladı.

      Azarlarsa, evladının delleneceğini iyi bilen bolıs:

      – Kaldaş27, canımın içi. Eve git, tamam mı yavrum! diye kandırıp aklı kıt evladını uğurladı.

      – Kimseye söyleme, anladın mı, Kaldaş. Bu Kızıl Cebe değil, besiye çekilen bizim aksak boz atımız. Yarın şehirden önemli konuklarımız teşrif edecek, onlar için hazırlık yapıyoruz, diye oğlunun başını giderken okşadı.

      – Hayır babacığım, bu Kızıl Cebe! diyen aklı başında olmayan çocuğun yüreği gerçeği söylemekteydi.

      – Boş boş konuşma, ne Kızıl Cebe’si!

      Aklı çıkıp, boynunu eğmiş Makaş’a geri dönen bolıs:

      – Hey, çürümüş, geçen kökparda seni rezil eden bu at değil miydi? Acıma duygun nereden depreşti? Çabuk ol, dedi.

      Saymasay böyle olacağını düşünememişti. Birden yüzüne sıçrayan kanı eliyle sildi. Eline siyahımsı pıhtılaşmış kan parçası yapışıverdi. Ay ışığında parlayan avucunda her türlü renkler yaldız gibi yansıdı. Saymasay çok ürktü, tüm bedeni birdenbire titredi. O an kendine gelen Rıskul yan dönerek, bu gaddarların zalimliğine bakarak:

      – Eyvahlar olsun, bolıs, sonunda kan döktün mü? Dur sen, bu taş gibi bedeli ağır kan. Boşu boşuna akmaz bilesin, dedi.

      Acımasızlık ve zayıflık birlikte gezer. Kendi acımasızlığını namus huzurunda aklamaya gelince zayıflığı olan kişi ustalığını gösterirmiş. Saymasay kendine bulaştırmamak için bu suçtan aklanma gerekçesi olarak Kızıl Cebe’nin bu köyden çıktığını iddia edecekti. Tukımbay’a pek çok kez haber yolladığını, bolıs yetkisiyle isteği yerine getirilmeyip, onurunun kırıldığını yüzüne vuracaktı. “Az önce ürkerek, eyvah nasıl edeceğiz?”, demiş olsa da, tekrar toparlayarak o zalim haline geri döndü. Elini kalın geniş yapraklara silerken, adamlarından birine:

      – Hey, su getir, görgüsüz, diye azarladı.

      Eline ve yüzüne bulaşan kanı, kurumaya başlayan siyahımsı pıhtıyı su temizledi. Ancak kirli bir duyguyu yüreğinden temizleyemedi. Defalarca ovalayıp yıkasa da, az önceki günahı eline ve yüzüne hala yapışmış gibi Azrail’in korkusundan arınmak yok. Derinlerdeki İblis gibi günahını su da temizleyemeyecek. Yeryüzünde ateşten daha temiz bir şey yok. Suçla nefes alamayan bedenin günahını sadece ateş temizleyebilir. Sırat köprüsünden düşerek, cehennem ateşinde yanınca tüm günahlarından arınır. O durumda da ateşin yaktığı yüz ve avuçta ebedi lanetlenmenin işareti olarak siyah bir leke kalmaması yeğdir…

      At neslinin sultanı Kızıl Cebe’nin derisi yüzüldü, gecenin serinliğinde buğulanan eti telef oldu. Etinde bir parça yağ bile çıkmadı. Sadece kara et. Kaslı kızılı fark eden bolısın aklına yine korkunç bir düşünce geldi. Bu düşünceyle onun, tüm endişe ve şüphe gibi duygulardan kurtularak, keyfi yerine gelmeye başlamıştı.

      Bu azap dolu aylı geceden bir gün evvel, Sofisk istasyonundan (Talğar şehri) bir Rus köylüsü bolısa şikayetle başvurmuştu. Koşum atlarından biri çalınmıştı. “Onu bulmam için yardım edin beyim”, demişti. Bolıs Rus köylüsünü:

      – Boş konuşma, bizde senin sıska atını çalacak kimse çıkmaz. Kazak at alırsa, işine yarayanı bolca alır ve uzaktan edinir. Köylüsüne zarar vermez, diye geri yollamıştı.

      Ulaklar dört bir yana at bindi. Bolıs şişko Tavbay’ı kolluk görevlisine yolladı. Bir ulağını Talğar’daki atı çalınan Rus köylüsüne gönderdi. Makaş ve diğer bir adamını da Kızıl Cebe’nin etini Rıskul’un evinin arkasındaki düzlüğü yollayarak, nane yapraklarıyla birlikte gömmelerini istedi. Rıskul ise eli ayağı bağlı gözaltında tutuldu.

      Hesabını yapmıştı. Kolluk görevlisi ve Rus köylüsünü Rıskul’un “hırsızlığına” denk getirmişti. Kolluk görevlisi bağlı bulunan tutukluyu Almatı’ya sürgün edecekti. “Kızıl Cebe kayboldu”, diye tüm Tukımbay köyü kargaşa içindeyken, Saymasay köyü Kızıl Cebe’nin şüphesinden kurtulmuş olacaktı.

      Hesabı, hesap. Tukımbay doğrudan Saymasay’dan şüphelendi. Doğrudan bolısın yanına geldi. “Durum böyleyken böyle, bolısım. Çaldıran taraf anasının koynunu açar, derler! Bu işi senin adamların yaptı. Rıskul denen eşkıyan var. Ondan her şey beklenir. Yüğrüğümü ona çaldırdın, bulup, iade et”, dedi.

      Bolıs:

      – Aklın başında mı, zavallı. Rıskul hapiste yatmakta. Cezaevindeki adam senin atını nasıl çalar? O zavallı bugünlerde sıçan avlamakla meşgul. Bir Rus’un cılız atını çaldığı için azap içinde cezasını çekiyor, diye cevap verdi.

      Tukımbay:

      – Eyvahlar olsun! Ne diyorsun, bu ne iştir? Geçen günkü aşta da Karakoldaki kızlar ona göz koymuştu. Bu kötülüğü onlar mı yaptı? Hayır, dışarıdan alamazlar. Sırrı olan biri var mutlaka, birileri biliyor olmalı, diyerek kırbacına yaslanarak yumruğunu yere vurdu.

      Saymasay:

      – E, sır kendi köyünde. Özünde, köyünde ara! diye kendinden emin bir şekilde konuştu. Saymasay’ın işi hesabına uygundu.

* * *

      Tav-Şilmembet’in Ülker yıldız kümesi gibi ufacık köyüne bulutsuz gökyüzünde gürleyip, çakan şimşek, düşen yıldırım etkisi yarattı. Önceleri de aylı gecede cılız bir tavşan gibi korkarak, üvey ananın bakımına muhtaç öksüz sabiler gibi yaltaklanııyorlardı.

      Salik Sarı’nın sonraki günü hepten müşküldü. Erkeklerin tamamı ihtiyar Ahat’ın evine yığıldı.

      – Hey, ahali, biz ne ettik de, bu felaketi yaşıyoruz? Ne öz topraklarımıza, ne de geldiğimiz bu yaban topraklara sığabildik? Ne eyledik bu Tanrı’ya? Aramızdaki bir zorbalığın bedelini hepimiz mi çekmeliydik? Konuşun, bir karara varalım, diye birden açılan Omar ela gözleri ağarmış vaziyette içindekini dizginleyemeyerek saçmaladı.

      – Sen ne dersin? Ahat gözlerini kapatan kabarık kaşının altından yüzünü aşağı eğerek.

      – Ben söylersem, doğruyu söylerim. Dilimi ne zamana kadar yün iple düğümleyeceğim.

      Belanın hepsi Rıskul’dan çıkıyor. Bizi yoldan çıkaran Rıskul’du diyerek, büyüklerimize iletelim. Davılbay’a hata ettiğimizi söyleyip özür dileyerek