Üşkempir’in Jaksılık’ı” diyerek, kıyıdakiler bağrışıp çağrışırken, yardım için yüzen birkaç yetişkin yiğidin yardımıyla kadını sağ salim sudan çıkardılar.
“Hey, aferin!”
“Adam olacak çocukmuş!”
“Cesaretin artsın!” diyen, köyün büyüğü küçüğü parmak kadar çocuğun yürek yutmuş cesaretine hayran olmayan kalmadı. Neredeyse boğulacak olan kadın ise kendine geldi ve onu yanağından öptü.
Jakay utancından çocukların olduğu yöne doğru kaçtı.
İşte, Jaksılık bu yiğitliği sayesinde ilk kez babasının adını layık olmuş, onu gururlandırmıştı.
Yılanların Yuvasında Uyuyan Yiğit
Köyün batı tarafında kumlu bölgede sanki insan eli ile yapılmış bir tepe vardı. Etrafı delik deşikti. İnsanlar oraya hiç gitmezdi. Çünkü orası yılanlar bölgesiydi. Tepedeki küçük deliklerden bilek kadar yılanlar gündüz gece girip çıkıp, sarmaşıp dururdu. Evdeki nineler ise küçük torunlarına masal anlatırken yılan hikâyeleri ekler destan olarak anlatırlardı. Bu destanlardan biri şöyleydi: “Oradaki kum tepede yılanların şahı Jılanbapı (yılanların piri) yaşıyor. Yılanlara kim zarar verirse, peşini düşer, bulur ve öcünü alırdı. Eğer ki onun yuvasına zarar veren olursa, sülalesini boğar, sokarak öldürürmüş. Yılanların bölgesinden bizim ecdadımız da uzak dururdu”, diye korkutarak anlatılırdı. Korku dolu masalları anlatma nedeni ise çocuklar bunu dinledikten sonra korkusundan o bölgelere gitmezler diye düşünmeleriydi. Kendilerince çocukları tehlikeden korumuş oluyorlardı. Lakin her destanda bir gerçeklik yatar derler.
Allah’ın hikmeti şu beş yaşındaki Jaksılık nedense bu korkunç tepeye koşuşturarak gitmeyi alışkanlık haline getirdi. Güneş tam tepedeyken kumun iyice sıcak olduğu saatlerde gidip yakından izlemeyi öğrendi. Onca yılanın çıkardığı sesleri ilginç bulur, bazen de “acaba yılanlar böyle nefes mi alıyorlar?” diye de düşünürdü. Bir sürü yılanın birden aynı tıslamayı çıkarması insanı ürkütürdü, ama bizim bala için bu bir eğlenceydi.
“Korkusuz, gözü kara nasıl bir çocuk bu?” diye babaannesi onun için endişelenirdi. Oraya gitmesini istemiyorsa da, aklında oyun olan çocuğu evde bağlayıp tutamazdınız. Köy halkının ölürcesine korktuğu bölgeye, yolunu bulup kaçıp giderdi bazen. Soğukkanlılar zaman zaman sessiz olurlardı, ama bazen de hepsi bir ağızdan öyle bir ses çıkartırlardı ki Jaksılık onları dinlemeyi severdi.
Bir gün bizim şapşala güneş mi çarptı ne oturduğu yerde uyuya kalmış. Jakay’ı evin etrafında göremediğinden endişelenen Batima nine torununu aramaya çıkmıştı. Köyde aşık oynayanların arasında, lengi (bir çeşit Kazak çocuk oyunu) sektirenlerin yanında, köyün dışında top oynayanların içinde, hatta, Talas nehrinin boyunda da Jakay’ı bulamayınca entarisini beline sıkıştırıp, topukları bir birine değmeden yılanların bölgesine doğru koştu. O bölgeye geldiğinde ayağının altında yılanlar dolaşmaya başladı. Yalnız torununu arayan babaanne, kendi derdini düşünecek halde değildi. Her tarafa bakınarak tepeye tırmanmaya başladı, uzaktan torununu gömleğinden tanımıştı. Torununu o halde gören babaannenin kalbi hızlı atmaya başladı. Jılanbapı’nın ortasında yatan Jakay’dı! Bilek kadar yılanlar etrafını sarmıştı. Bu görüntüyü gördükten sonra ne kadar da korkutsa da babaanne torununun yanına kadar gitti:
“Bismillah, Bismillah. Ua, Biybatma pirim, sen yar ol!” diye anaların anası Biybatma anaya sığınmaya başlar ve torununa yapışır.
“Yılan mı soktu mu?” diye her yerine korkarak baktığı da doğrudur. Küçük çocuğun her şeyden habersiz uyuduğunu fark edince biraz kendine gelir. Oğlanı eline alır almaz eve doğru koşarak gider. Karşısına çıkan oğlu Üşkempir’e: “Ya, Allah! Jakay’ın nerde olduğundan haberiniz yok! Herkes kendi halinde bir çocuğa sahip çıkamadınız”, diye soluk soluğa kızdı.
“Abartma anne! Uykucu oğlun sokakta uyuya kalmış işte”, diye oğlu işi şakaya vurdu.
“Sen gül, gül! Uyuya kalmış yılanlar bölgesinde. “Kumtöbe’de” buldum çocuğu. Yatıyordu. Çocuk değil, benim bile ödüm çıktı”.
“Ne diyorsun?” diye babası sonradan işin ciddiyetini anladı.
“Onca yılan benim Jakay’ıma dokunmamasına ve bana da bulaşmadıklarına şaşırıyorum” diye biraz kendine geldikten sonra olan biteni çocuklarına anlattı. Ertesi gün kayını aksakal Sarmankul gelmişti, ona da başından geçen olayları anlatınca:
“Yenge, bu gerçekten garipmiş. Eskiler, yılan için ya bolluk, bereket konacak zengine, ya da ülkesini koruyacak olan yiğide rızık olarak görünür derler. Bu Jakay ülkesini koruyan yiğit olur, ya da sınırsız zengin olacak” diye duasını vermiş.
“Amin, oğlum, dediğin çıksın, İnşallah”, diye bu hayra yorulan yoruma sevinen Batima nine, sandıktan 3 metrelik mavi renkli bir kumaşı çıkartıp:
“Bu güzel yorumların için teşekkürüm olsun” diye önüne koyar.
Aksakalı yolcu ettikten sonra oğlu Üşkempir annesine yaklaşarak “Jakem’in dediklerine inandınız mı yoksa?” diye dalga geçti.
“Sus! Köpterek’in en iyi ulu şahsiyetidir kendisi. Ne yaptığını sanıyorsun, böylesi hayırlı bir yorumu dillendiren kişiyle bir de dalga geçiyorsun. Benim Jakay’ım değil babasının, vatanını duyuracak, adına layık bir yiğit olacak!”, diye oğluna kızdığını hissettirdi. Çocuklarının geleceği için büyük umutları olan anneler böyleydi.!
Batima annenin karakteri ağır ve sinirliydi, tüm köy sakinleri bunu iyi bilir ve çekinirdi. Bir tek onunla şakalaşabilen ve karşısında konuşabilen tek oğlu olan Üşkempir’di. Onu görünce yelkenlerini suya indirirdi. On beş hamilelikle kalan tek Emirali’nin gözünden sakındığı, aile reisi Üşkempir ise de konu Jaksılık olunca onun canı ciğeriydi.
Oyun çocuğu olan Jakay “ateşe, suya düşecek” diye herkesi endişelendirirdi ve onun peşinden koşuşturmak ebeveynleri yorulmuştu. Babası oğlunun çalışmaya başlarsa belki büyür diye düşüncesinden dolayı Orazay ikisini 11-12 yaşlarında Moyunkum’daki çiftçi akrabasının evine götürüp bıraktı. Sabahları koyunlar bu çocuklar uykusunu alsın diye beklemezler. Seher vaktinden koyunlar taze otlağa gitmeye hayal ederek melemeye başlardı. İster istemez ikisi de sabahın köründe yengelerinin hazırladığı yoğurtla ekmeği yiyip koyunlarını otlağa götürürdü. Kazakistan topraklarının altı da, üstü de ayrı zenginliğe sahip! Toprağında binlerce güzel bitki açar, güneş yükseldikçe seherin soğuğundan geriye eser kalmazdı. Boyunkum’daki tepelerde Ebucehil çalısı (kalligoum) çoktur. Bazen bu ikili koyunlarını meraya saldıktan sonra bindikleri atları yarıştırırdı.
Bir defasında Kumtepe’nin birine tırmanırken önüne kertenkele çıkıverdi. Kafası vücudundan büyüktü, kuyruğu da uzun, daha önce çocuklar bu kadar korkunç canlı görmemişti… Kendince küçük bir ejderha gibi kafasını uzatmış, çocukları korkutmaya çalışıyordu.
“Allah!” diye Orazay bağırıverdi.
“Hadi çabuk kaçalım şu beladan!”
İkisi kendine gelene kadar kertenkele birden uçmaya yöneldi. Tam da ikisine doğru uçtu. Atlarının ayağı kuma battı mı ne bir türlü hareket etmiyordu. Yer üstünde sürünen canlının uçtuğunu görünce iyice korkmuşlardı. Kertenkele ise tam çocuklara doğru uçarak yere doğru kondu.
“Ya