Sabir Şahtahtı

Mil


Скачать книгу

p>Sabir Şahtahtı

      Mil

Roman, merhum kardeşim Seyyad’ın aziz hatırasına ithaf olunur

      İki gencin ölümsüz aşk hikâyesini konu edinen “Mil” romanı, aşk hikâyesi seven okuyucuları memnun edecek sanatsal bir üslupla kaleme alınmıştır. Bu eser, milliyeti veya dini ne olursa olsun herkes için eğitici olması yönüyle çağdaş dünya edebiyatında büyük bir değere sahiptir. Ulusların kardeşliği için sağlam sütunlar vardır. Bu sütunlar millî ve dinî değerlerle yoğrulmuştur. Eser 1977-1979 yılları arasında eski SSCB ideologlarından Suslov tarafından Tahran’a gönderilen Pravda gazetesinin Şarkiyat eğitimi almış muhabirinin hayat hikâyesidir. Suslov’un bu iş için Kazan’da doğmuş olan Osman İsmayılov’u seçmesi tesadüf değildir. O, Emir Timur’un Tebriz’den Semerkant’a esir götürdüğü Tebrizli bir ailenin soyundan gelmektedir…

Sabir ŞAHTAHTIKitapta gerçekleşen olaylardan ilmi bir kaynak olarak istifade edilemez

      BİRİNCİ BÖLÜM

      BEN ONU KENDİM İÇİN SEVİYORDUM, O BENİ…

      BİRİNCİ BÖLÜM

      BEN ONU KENDİM İÇİN SEVİYORDUM, O BENİ…

      Her ayrılışımızdan sonraki kısa zaman dilimi yıllar kadar uzun gelmiş, aşk ateşiyle alevlenen hayal dünyam kanatlanıp beni sonsuzluğun bilinmeyen bir noktasına kadar götürmüştü. Hatıralarım, ilk defa çocuk sesi işiten sihirli bir aleme benziyordu. Kâh bebek gülüşünden ilhamını alan dede ve nine kâh evladının gelecek hayalleri ile övünen baba kâh yavrusunun çiçek kokusuyla sarhoş olan anne gibi böbürleniyordu ruhum. Bazen terk edilmiş bir bebeğe benzetiyordum kendimi. Bir an için umutsuzluk girdabında kayboluyordum: ya o gelmezse, geri dönmezse, beni hayatın güzelliğinde saklamazsa?.. Bütün vücudumu saran aşk düşüncelerime düşman, aklıma hâkim, varlığıma galip olmuştu. Lirik müzik sesleri ile sirk izleyicilerini eğlendiren bir canlıya dönüşmüştüm sanki. Şimdi beni aşk yönetiyordu. Ben onun yalnızca kendisini değil adını ve varlığını da seviyordum. Dinlemeye, bakmaya, varlığı ile bağlı hayallere dalmaya doyamıyordum. Mevlâna, “Sevdiğinin nazını değil, cefasını çekmektir sevda…” demişti. Günde yüz, belki de yüz bir kere düşünüyordum onu. Düşüncelerim kâh çamurlu yoldan geçiyor kâh sert kayalara doğru yaslanıyor kâh başı karlı dağlara tırmanıyordu. Sevgilimin cefasının çekmek sevdasına gelip durduğumda vücudum titriyordu. Istırap çekeceğimden değil onun eziyet çekeceğinden korkuyordum.

      Beni ben yapan, uzun yıllar arayıp da zar zor bulduğum sevgi ruhlu hayat yolu nereye götürüyordu beni? Neden, niçin bu kadar huzursuzdum? Cevapsız sorular beni çok yoruyor, üzüyor ve umutsuzluğa duçar ediyordu. Ben onu kendim için seviyordum, o beni sebepsiz seviyordu! Bak, sevgimizin farklı yalnızca bu idi. Onun için her şey yapabilirdim. Taşı sıkıp suyunu çıkarırdım, sudan ocak yakardım, fırtınaların karşısında kalkan olup varlığını korurdum. Bir tek acısını yaşamak ağır gelirdi bana. Çünkü Albina’yı acı içinde görmekten korkuyordum. Ne yapabilirdim ki kaderim bu yolda çizilmişti!

      HANGİ SUSLOV?

      Baş editör Viktor Afanasyev1 beni kapının girişinde karşıladı. Rengi solmuştu. Onu bu hâlde görünce selam vermeyi de unuttum. Birçok kimsenin kültürlü ve adaletli olarak bildiği bu şahsı ben kaba ve kendini beğenmiş bir adam olarak düşünüyordum. Hem de çok korkak tabiatlı biri olduğunu hissetmiştim. Konuşurken gözlerini sağa sola kaçırıyordu. Onunla bu zamana kadar toplam iki defa görüşmüştük. Daha doğrusu bir kez işe girdiğimde şube müdürü ile birlikte huzurunda bulunmuştum. Bir kez de yılın üç aylık sonuçlarının görüşüldüğü Parti Teşkilatı’nın2 genel kurulunda görmüştüm. Viktor Afanasyev hakkında en çok aklımda kalan şey onun hiç kimseye fikrini söyleyip tamamlamasına fırsat vermediğiydi. Aslında bu yaklaşım Sovyet iktidarında bürokratik bir kanun hâline gelmişti.

      Şimdi o beni kapının girişinde niye karşılıyordu ki? Üstelik ayakta ve heyecanlı bir hâlde. Farkında olmadan dikkatimi onun düzensiz bağlanmış kravatına ve ofisteki nahoş kokuya vermiştim. Günlerdir penceresi açılmadığı için odadaki havanın değişmediği hissediliyordu. Üstüne Sovyet geleneklerine uygun olarak ofiste gizlice içilen içki ve sigara kokusu iyice birbirine karışmıştı. O, “Acele yoldaş Suslov’un yanına git.” dedi, hemen o an büyük bir terbiyesizlik yaptığının farkına varmış gibi ses tonunu alçaltarak “Gidin…” düzeltmesi ile devam ettiğinde sözlerini o kadar garipsedim ki sanki büyük bir çakıl taşı darbeyle duvara çarpıp düştü onun yanına. O kolumdan tutup sanki sürükleyecekmiş gibi kabul odasına çıkardı:

      – Bir dakika dahi beklemek yok, aşağı inin şoför sizi bekliyor…

      Viktor Afanasyev aceleci, heyecanlı ve titrek bir sesle söylediği bu cümleyle düşüncesini ifade etse de demek istediği asıl şey her ne ise onu yuttu. Bunu korkak bakışlarından ve titrek sesinden anlamıştım. Aşağı indim.

      Yirmi dört yaşıma dayanmıştım. Hayatımda ilk defa belirsizlik içerisindeydim. Suslov bizim gazetenin de neşredildiği matbaanın genel müdürüydü. Bildiğim kadarıyla adı ve soyadı başkaydı. Her kim ise onu Mihail Suslov3’a benzetip “Suslov” diyerek çağırdığı için adı böyle kalmıştı. Duyduğuma göre o, Suslov lakabı ile çağrılmaktan çok memnun oluyordu. Kısacası Suslov’un çalışma odası bizim redaksiyon odası ile karşı karşıya, ek binada yer alıyordu. Onun yanına tek bir defa bu gece, nöbetçi olduğum vakit basılmaya gönderilecek hazır gazete listelerini mühürletmek için gitmiştim. Aslında bu yetkiyle glavredler4 ilgilenirlerdi. O sırada glavred Suslov’un odasında olduğu için sayfaları ona vermek maksadıyla Suslov’un odasına götürmüştüm. Şimdi baş editörün dediği gibi beni bu iki yüz metrelik mesafeye araba götürmeliydi. Niye? Bu sorunun cevabını bulmak için zihnimi yormak niyetinden uzak durmuştum. Merdivenlerin karşısında beyaz bir “Gaz 24” durmuştu. Çiseleyen yağmur pencerelerden içerinin görünmesini engellese de göz ucuyla bakıp direksiyon arkasındaki karaltıdan şoförün salonda olduğunu anladım. Arabaya yaklaşmak düşüncesinde değildim. Yeniden şiddetlenen yağmur fırsat verse karşı binaya yürüyerek gidecektim. Binanın çift camlı giriş kapısının arkasında bir iki dakika beklemiştim, o sırada arkadan Albina’nın ayak seslerini duydum. Evet, ben onu adımlarının sesinden ve de meftun edici kokusundan tanımıştım. Aslında hiçbir zaman pahalı koku sürmezdi. Nedense ondan gelen koku beni hep mest ediyordu… Her ne koku sürerse sürsün bilirdim ki onun doğal kokusudur.

      Her işittiğimde bana yaşama umudu veren, ruhumu güçlendirip gözlerimi ışıldatan ayak seslerini işittiğimde Suslov’u da unutmuştum, editörü de beyaz arabayı da aralıksız yağan yağmuru da. Sevdiğim kızı, sözlümü, ninemin diliyle söyleyecek olsam nişanlımı, gelecekteki hayat arkadaşımı kucaklayıp bağrıma basmak istiyordum. Birbirimize öyle ısınmıştık ki sanki doğduğumuzdan beri birbirimizi tanıyorduk. Sanki iki yıllık değil uzun yılların dostu, sevgilisiydik. Albina merdivenlerden indiğinde çiçek desenli şemsiyesi açıktı. Ayak sesleri beni geri çevirdiğinde o, aceleyle şemsiyesini toplamaya çalışıyordu. Ona doğru birkaç adım yürüyüp şemsiyeyi bir kenara attım. Albina’nın elinin sıcaklığı bütün vücuduma nüfuz etti. Kucaklamak istediğimi hemen anlayınca endişeyle etrafına bakındı:

      – Kendine gel. Ne yapıyorsun, deli misin, ayıptır ya, bir gören olur!

      Ben kayıtsız bir hareketle sağ kolumu onun ince beline dolayıp kendime doğru çektim. O kapana düşen bir kuş gibi çırpınmak istese de güçlü kollarıma teslim oldu:

      – Görürlerse ne olur? Yanlış bir şey mi yapıyoruz? Helal nişanlımı kucaklamak için izin mi almalıyım?

      – Ayıptır, toplum arasında, hem de yayınevinde bu tür davranışlar doğru değil. Ayrıca nişanlı değil, sözlü! Unutma bunu.

      Yüksek sesle güldüm:

      – Yayınevinde ha… Burası yayınevi değil, erotik film sahnelerinin eğitim alanıdır. Sen ki bunları çok iyi biliyorsun…

      – Peki, peki, başlama yine. Herkes