önceki mutluluğumdan eser kalmadı. Kendime gelene kadar Albina şemsiyeyi alıp yeniden koluma girmişti. Ama nedense bu defa sağ tarafımdaydı. Şimdi ne onun sıcaklığını hissedebiliyordum ne de duygularım önceki hâldeydi. Ne zaman Albinasızlık korkusu aklıma düşse hep böyle olurdum.
Yan yana yürürken Albina yüzümü görmüyordu. Ben cam kapıyı açmak için elimi kapı kulpuna attığımda narin sesi duyuldu:
– Ne oldu, ruh hâlin niye değişti?
Yalan söyleme, uydurma yeteneğimi ve hazır cevaplılığımı devreye sokup vaziyetten kurtulmak istedim:
– Beni terk edip gidiyorsun, hâlâ daha keyfim yerinde olsun istiyorsun?
Artık kapıdan geçmiştik. Kızıl sonbaharın gelişi, koca çam ve köknar ağaçlarının kokusu ile yağmurun birlikteliğinin kokusundan başka hiçbir şey hissedilmiyordu. Albina, yemekten sonra sahibine sığınıp neşelenen tok kedi gibi bana doğru yaklaşıp yüzünü saçlarımda gezindirdi.
Daha iki saat önce telefonda görüşmüştük. Bugün ninesinin doğum günüydü. Onun için eve erken gidecekti. “İzin aldım.” dediğinde gözlerimi beyaz “Volga”dan ayırmadan şaka yaptım:
– Nine razı olsa restoranı kapattırırdım.
– Hayır, hayır gerek yok, deyip şakamı oldukça ciddi karşıladı.
Aslında sabah işe geldiğinde bütün bu meselelerin hepsinde anlaşmıştık. O, yemekten sonra izin alıp gider, bense mümkün olduğu kadar erkenden varırdım eve. Fakat hâlâ daha anlaşılmayan Suslov olayı aklımı öyle karıştırmıştı ki sorduğum soruları bir daha sormaktan yorulmuyordum. Şimdi de içine düştüğüm durumdan kurtulmak için bahane arıyordum. Zaman ise beklemiyordu. Ayrılık vakti gelmişti. Elimle karşıdaki binaya gösterip:
– Sana akşama kadar kendimi getireceğim. Vaktinde varacağım. Çok bekletmeyeceğim. Aşkım, belki beni oraya götürüp sonra gidersin. Senin şemsiyenin altında gideyim ki ıslanmayayım, dedim.
Bu sözleri söylediğimde ninenin özenle hazırlanmış doğum günü masası gözlerimin önünde canlandı. Her şey hazır, yemekler buğulanır. Bir tek ben yokum. Ninelerdeyken ara ara ile beni sorup kaş çatıyorlar, her şeyi Albina’nın burnundan getiriyorlardı. İki mızmız kadının azarlayıcı sözleri Albina’yı güçsüz, hareketsiz bir hâle getirmiş, kanepenin köşesine sıkıştırmıştı.
“Benimle gelmiyor musun” dediğinde onun sesindeki üzüntüden hem üşür gibi oldum hem de biraz sevindim. Üzüntüm, onunla giderek akşama kadar evlerinde aynı yerde bulunmak şansını yitirmektendi. Sevincim ise bahtiyarlık kokusundan mest olmaktı, Albina’nın bana manevi bağlılığını her an hissediyordum. Belinden tutarak var gücümle bana doğru çektim. Kulağına “Seni istedim.” fısıldamak bahanesiyle boynuna sıcak bir öpücük kondurdum. Albina merakla:
– Hayrola, matbaada ne işin var? Yoksa orada da gözaltında mısın?
Yersiz de olsa yüksek sesle kahkaha attım:
– Yok canım, gözümün altı da üstü de gözlerimin içi de sensin.
Gülümsediğinde avurtları sarkarak küçük bir çukura düşer, yanaklarının rengi yeni olgunlaşan kayısı taneleri gibi allanırdı. Dillendirdiğim övgülerin sonucunu görmek için çevik bir hareketle dönüp onunla yüz yüze durdum. Başımı hafifçe kıpırdatıp görünüşünden ne kadar etkilendiğimi gösterdim. Fakat zaman beni acele etmeye mecbur ettiği için konuya geçtim. “Editör beni Suslov’un yanına gönderdi” deyip ciddi bir duruş takınınca Albina hayretle “Hangi Suslov” diye sordu. Cevabını beklemeden devam etti:
– Hayrola? Onlar düşmanlardır. Belki Mihail Suslov’un yanına gönderdi sen yanlış anladın?
O vakit baş editör bağırtısını duyup geri döndük. O aralıksız yağan yağmura aldırmandan bize doğru yürüyordu. Yardımcının kaba hareketleri ve intizamsızlığı birbirini tamamlıyordu. Gömleğinin üst düğmesi açık olur, kravatı eğri takardı. Pantolonu sarkık göbeğinden kasığına kadar aşağıda olurdu. Kaşla göz arasında “Tam da karikatürlük bir duruşu var” diyerek Albina’ya baktım. O ise alışkanlık edindiği üzere gözlerini kısıp başını azıcık aşağı eğerek “Doğru” dedi. Yardımcı yanımıza varır varmaz hırıltılı bir sesle devam etti:
– Sen buralarda neden eğleniyorsun? Yoksa bizi astırmak, kurşuna dizdirmek mi istiyorsun? Bağışla beni bu yaşımda Lefortova’da5 “dinlenmek” niyetinde değilim. Tam o sırada “Gaz 24”ün şoförü direksiyonun arkasına geçip arabayla bize doğru geldi. Baş editör beni kendi şemsiyesi altına alarak “Acele edin. Bekleyecek vakit yok, gecikirseniz derimizi yüzerler” dedi. Arabaya baktığımda ilk gözüme çarpan siyah renk altında parıldayan plaka oldu. O an arabanın arka plaka yerinin boş olduğunu hatırladım. İşittiğime göre Kremlin ya da KGB arabalarının arka plakaları takılmıyordu…
Kremlin’i defalarca televizyon kanallarında görmüştüm. Bu ışıklı ve muhteşem mekân benim için ulaşılmazdı. Arabanın plakasız olduğunu fark edince Kremlin’in ışıklı koridorlarını hatırladım ve istemsizce bütün bu göz kamaştırıcı manzara bir anda zihnimden kaybolup karanlık bir koridoru, korkunç bir mağarayı anımsattı.
İKİNCİ BÖLÜM
ALBİNA’M
İKİNCİ BÖLÜM
ALBİNA’M
Albina ile Moskova Devlet Üniversitesi’nin (MGÜ)6 yemekhanesinde tanışmıştık. O gün ikimizde sınavdan çıkmıştık. Açgözlü bakışlarla onu büyülediğime ikna olup yemek tepsisiyle onun masasına geçtim. Sohbetimiz derslerden açıldı. İkimizde Doğu Bilimleri Fakültesi’ndeydik, ben Arap Tarihi o da Tercümanlık bölümünde okuyordu. “Aynı fakültedeyiz. Sizi bu zamana kadar nasıl görmemişim?” dediğimde kulaklarına kadar kızardı. Bu kadar zarif ve nazik bir kızla tanışmam sabırsızlığımı zirvelere çıkarmıştı. O, benim yerli yersiz sorularıma temkinli, kısaca ve akıcı cümlelerle cevap veriyordu. Düşüncelerini o kadar açık ve anlaşılır ifade ediyordu ki sanki yemekhanede değil hitabet dersi sınavdaydı.
Ciddilik ona ne kadar yakışıyorsa tebessüm de güzelliğini o kadar artırıyordu. Mizacım gereği ilk buluşmada önemsizmiş gibi tavır takındım:
– Bir iki yıl sonra bu beyaz benzinden eser kalmayacak.
Sahiden de marifet sahibine bir işaret yeterli. O, benim ne demek istediğimi hemen anladı. Biraz işveli bir bakışla:
– Arabistan çöllerinin veya Mısır’ın sönmeyen güneşinin beni yakacağını mı söylemek istiyorsunuz? Kim bilir, belki yılanların cirit attığı Afrika’nın sahralarıdır kısmetim. Her şeyin bir çaresi var. Çarşafa bürünürüm, dedi.
Kaşığı boş kâseye dayayıp sağ eliyle ipeksi pürüzsüz saçlarının bir tutamıyla yüzünün yarısını örttü. Islak dudaklarına değen saçları hemen parıldıyor arzularımı kamçılıyordu. Sanki o da bunun farkına vardığı için univermak7 vitrinlerini süsleyen oyuncak bebeklere benzer duruşunu bozmakta aceleci davranmadı. Onun bu tavırlarına ve duruşuna karşılık verecek bir söz bulamadım. Başladım onun hareketlerini taklit etmeye. Öncelikle tıpkı onun gibi kaşığı boş kâsenin kenarına dayadım. Bunun ardına elimi nasıl aceleyle